Kanaatin Kanatları
Biriktirdiği bozuk paraları cebine koydu. Bayramda büyüklerin ellerini öpüp, gözlerinin içine ışıl ışıl bakarak topladığı paralardan birisi yere düşse ve sonra kaybolsaydı o zaman ne yapardı? Daha da sıkı kavradı paraları.
Sabahın en erken vaktinde, ağzını 32 diş açmış şekilde, dar sokaklarda sanki zıplarmış gibi bir ayağını kaldırıp diğerini yere değdirerek yürüyordu. Mutluluktan yönünü karıştırmış olacak ki bir ara yanlış bir dükkâna girip “işte geldim.” diye bağırmıştı. Herkes ona bakmasına rağmen umursamaz bir tavırla dükkândan ayrıldı. Şu an hiçbir şey, mutluluğunu bozamazdı. En azından o öyle düşünüyordu. Sonunda istediği yere vardığı zaman dünyalar onun olmuştu. Dükkânın dış vitrinine yüzünü yaslayıp gözlerini hiç kırpmadan sanki yılın en mutlu çocuğu ödülünü alacakmışçasına baktığını gören dükkân sahibi, mütebessim bir şekilde onu içeriye davet etti.
– Küçük bey, hoş geldiniz.
– Hoş bulduk, dedi küçük çocuk.
Yerinde duramıyor; hep, yeni olduğu, ayakkabının ön tarafındaki yarım daire şeklinde parlak bir yapısından ve daha kıvrımı dahi belli olmayan bağcıklarından anlaşılan, sağ tarafında tam göreceği şekilde yerleştirilmiş ayakkabıya göz ucuyla bakıyordu. Bunu fark eden dükkân sahibi:
– Neden geldiğin anlaşıldı. Denemek ister misin?
– Hıhı, deyip başını salladı küçük çocuk. Dükkânın sağ tarafına doğru ilerleyip rengi beyazdan kirli beyaza çalmış olan tabureye oturdu. Bu sırada ayakkabısı gelmişti. Nasıl da güzel parlıyordu. Ah bu ayakkabı bir onun olsaydı; işte o zaman her gün onu silecek, boyasını ihmal etmeyecek, hatta koku bile sürecekti. Eline uzatılan ayakkabıyı sanki annesinin kümesten özenle getirmesini istediği, kırılırsa ona kızmasından korktuğu yumurtaları taşırmışçasına latif bir şekilde tutuyordu. Ayakkabıyı giydi. Epeyce rahattı. Göz bebekleri büyümüş, ayakkabısına bakıyordu ki, dükkân sahibi bir anda ona ikinci bir kutu uzatınca ancak o zaman dikkatini toparlayabildi. Dükkân sahibi:
– Bak bu ayakkabı daha yeni geldi. Bunu da denemek ister misin? Emin ol, diğer ayakkabıdan daha rahat, deyince kafası hepten karıştı. Bu ayakkabıyı da kutusundan çıkardı. Renkleri, denediği zaman rahatlığı diğer ayakkabıdan daha çok etkilemişti. Hem bu ayakkabı, diğer ayakkabılar yanında en yeni üretilmiş olanıydı. Yere bastığında, yanlarından rengârenk ışıklar yanması ne acayipti. Işıkları daha çok görebilmek için tekrar tekrar havaya zıpladı. Karar vermişti. Bir anda, ilk gördüğü, hatta gözlerini üzerinden alamadığı ayakkabıya karşı ilgisi azaldı. Bu ayakkabıyı diğerinden daha çok sevdiği için dükkân sahibine:
– Amca, ben bunu almak istiyorum, dedi. Fiyatı ne kadar acaba?
Elinde olan paradan bir basamak daha fazla söylemiş olacak ki bu sorunun cevabını tam anlayamamıştı. Anlayamamış olması pek de önemli değildi zaten. Ne de olsa biriktirdiği paralar onu almaya yetmezdi. Elindeki paralarla bir kısmını ödese, devamını annesinden istese… Yok, yok! Artık diğer ayakkabıya karşı hevesi kalmadığı için “Onu hiç almam.” diye geçirdi içinden. Mahzun bir şekilde dükkândan ayrıldı. Bir elinde paralar, diğer elinde talep ettiğini alamamanın verdiği hüzünle arşınladı sokakları. Peki, annesine ne diyecekti? Uzun uzun yürüyordu, kısa bacaklarına rağmen. Babası anlatmıştı; eksiden bir çuval buğday verip bakkaldan bir kutu beyaz gofret ancak alabilirlermiş. Onları hatırladı. Hatırlamak, kabullenememek ve düşünmek; zihni ne de karışıktı.
Ah bu istekler, ne sefildiler. Kimileri; ne kadar yem atsan da ne yediğini bilmeyen, doyana kadar değil de ölene kadar da yemeye devam eden süs balıkları gibi açtılar. Acaba bu yetişen kanaati suskun nesiller miydi?
Dedesinin anlattıkları geldi aklına; yolun tam yarısındayken. İleri bir adım daha atsa, içindeki bastırılmış kanaatin narin kanatları hepten kırılıp dökülecekti. Durdu, düşündü… Sahi dedesi ne anlatmıştı? Çarıkla, kara lastikle dağ bayır keçi otlattığını mı? Dedesi güçlüydü çünkü zor zamanlar görmüştü.
Gözlerinin hemen üzerinde duran aklını başına alıp gerisin geri dükkâna döndü bir hışım. En başta istediği ayakkabıyı alıp çıktı.
Kanaatin kanatları güçlenmişti. Uçabilirdi artık gönlünce, bu âlemin içinde. Ayaklarında ayakkabı vardı lakin ayakları yere basmıyordu sanki. Rahatlamış, üstünden koca bir yükü atmıştı. Hafifti ve kanaat sahibiydi.