Her Şey Aslına Rücu Eder
“Sen iyiyi, güzeli, doğruyu anlatmaya bak. Gönüllere hakikati nakşetmeye çalış. Yel savurur, sel sürükler, ateş yakar. Dünya meşgalesi; insan oradan oraya koşar, diyardan diyara konar. Ama şu bir hakikattir, her şey aslına rücu eder.”
“Sen iyiyi, güzeli, doğruyu anlatmaya bak. Gönüllere hakikati nakşetmeye çalış. Yel savurur, sel sürükler, ateş yakar. Dünya meşgalesi; insan oradan oraya koşar, diyardan diyara konar. Ama şu bir hakikattir, her şey aslına rücu eder.”
Dedemin bu sözlerini duyduğumda, daha ortaokul sıralarına adımımı atmamıştım. Etrafımda onca hadiseye şahit oluyor, fakat bunların birçoğunu anlamlandırmakta güçlük çekiyordum. Bu sözler de onlardandı. Mana veremesem de gönül dünyamda kendine yer bulup bugüne dek hafızamda varlığını sürdürmüştü.
Dedem bu ifadeyi, ilim tahsili için yola çıkan, ne yazık ki devrin şartları icabı tahsili yarıda bırakmak zorunda kalan; elif’i, be’yi öğrenmiş ama cezmi, şedde’yi öğrenemeden yakalanıp köylerine gönderilmiş 8-9 genç için kullanmıştı. Dedemin işi dağlarla, tarlalarla, ovalarlaydı. Kendisi ilimden az bir cüz öğrenmişti öğrenmesine ama birilerine ders verdiğini daha önce görmemiş, duymamıştım. Önümüz kıştı ve dağların misafir kabul etmediği, dolayısıyla iş yükünün azaldığı bu mevsimde dedem, bu gençleri okutmaya niyet etmiş, bu işin zorluğundan, meşakkatinden dem vuran babaanneme, bu cümlelerle mukabele etmişti. “Başladıkları iş tamam olsun, en azından temel ilmihal bilgilerini öğrensinler,” diye gayesini açıklıyordu.
Neticede bir mekân bulundu. bir zamanlar kıraathane olarak kullanılan bu mekân güzel bir temizliğin ardından dört başı mamur küçük, şirin bir medreseye dönüşüverdi. Öyle inanıyorum ki, içinde ilk besmelenin okunmasıyla manevî temizliği de tamamlanmış olmalıdır.
Şimdi anladığıma göre o günler insanların istikbal kaygısına düşmediği, orada istikbal yok diyerek, ilmin yabana atılmadığı yıllardı. Nihayet omzuna bir çuval yakacak odun alan, işlemeli kılıflarda Kurân-ı Kerîm yahut Elif cüzlerini göğsüne bastıran, bunları edeple, hürmetle taşıyan gençler, bu küçük medresede toplanmaya başladı. Sobanın yanmasıyla bedenlerin ısınmasını, gönüllerin şenlenmesi takip etti. Sobanın etrafına kurulan masalarda dedem, dilleri dönmez olmadan Allah kelamına aşina olsunlar, diyerek benden üç-dört yaş büyük olan bu abilere, Kurân-ı Kerîm ve temel ilmihal bilgilerini okuttu. Öyle ya ağaç kuruyunca bükülmez, insan da büyüyünce dili dönmez.
Böylelikle kimi okumasını iyice pekişti, kimi Kurân-ı Kerîm’i okumayı söktü. Kimi de namazda okunacak dua ve sureleri ezberledi. Ne zaman o mekânın önünden geçsem, bunlar aklıma gelir. Kendi kendime fısıldarım: Hak ve hakikati nesillerimizin gönlüne nakşedelim ki; yel vursa da sel götürse de hakikate rücu etmelerine fırsat sunmuş olalım.
*****
Üniversite eğitimine devam ettiğim dönemlerde, yaz mevsiminin iyiden iyiye kendini hissettirdiği, zannediyorum ki eyyamı bahur sıcaklarının hüküm sürdüğü günlerdeydi. Sabahın erken saatlerinde, henüz saat 6 olmamıştı diye hatırlıyorum, Sivas Kent Meydanı’nda otobüsten indiğimde meydanın sakinliğiyle hayrete düşmüştüm. Güneşin sıcaklığı henüz kaldırımlara sirayet etmemiş, geceden kalma serinlik hâli asfaltın o yakıcı sıcağını iyice söndürmüştü. Kalabalığına, uğultularına, hareketliliğine alıştığım şehir meydanını böyle sessiz, sakin bulmak beklediğim bir şey değildi. Muhtemelen işe giden yahut işten dönen birkaç kişiden başka kimseler ortalıkta görünmüyordu. İkindi sonrası serinlemek için ağaç gölgesi aradığım zamanları düşleyerek gâh merdiven gâh tribün vazifesi gören mermer basamaklar üzerine oturuverdim. Karşımda her biri birbirinden ihtişamlı, fakat tamire muhtaç yerleriyle hüzün yumağı hâline gelmiş medreseler duruyordu: Buruciye, Şifaiye, Çifte Minareli Medrese. Bunların ötesinde, şimdi apartmanların ardında kalan ve görünmeyen Gökmedrese’nin silueti de gözümün önünde belirdi.
Zamana direnen, kendi zamanının ruhunu yansıtan ve bir devrin ihtişamını gözler önüne seren bu yapıları temaşa ederken, şehrime olan yabancılığımdan mütevellit derin mahcubiyete kapıldım. Bu mahcubiyet kendime olan yabancılığımı hatırıma düşürünce, mahcubiyetle karışık derin bir ümitsizlik hâli peyda oldu. Medreseleri, sağ tarafımda arzıendam eden şirin camiyi, arka tarafımda kalan taş binaları, hatta şehrin başka mekânlarında bulunan, şehrin maddî ve manevî imarında iz bırakan diğer medrese, cami, kümbet vesaire yapıları; âlimi, fazılı, talebesiyle buraları şenlendiren cemaati şimdiye dek hiç aklıma getirmediğime hayıflandım.
*****
Tarih, 1270’li yılları göstermektedir. Mekân, Sivas Buruciye Medresesi. İranlı âlim Muzaffer Burucirdi, talebelerine fizik, kimya, astronomi alanında dersler vermektedir. Topraktan aldıkları emanete riayet düsturuyla gözlerini göğe diken bu insanların az ötesinde, o zamanlar Anadolu’nun en büyük darüşşifası konumunda olan Şifaiye Medrese’sinde onca talebe tıp ilmi tahsil etmektedir. Aynı zamanda hastalar da hekimlerin yönlendirmesi eşliğinde şifa aramaktadır. Şimdilerde keyifle çay vesaire içeceklerini yudumlayanların oturduğu mekânda nice hastalar şifa ümidiyle bekledi, nice ilim taliplisi ham girip bilgiyle, tecrübeyle çıktığı bu mekândan memleketin dört bir tarafında şifa dağıtmaya yollandı. Şifaiye Medresesi’nin ana kapısından çıkınca tam karşıda ihtişamlı iki minarenin altından girilen bir kapı daha bulunur. Burası Çifte Minareli Medrese’nin bugüne ulaşan kısmıdır. Burada talebeler, zahirde hadis ilmiyle meşgul, hakikatte gönüllerini Sevgili Peygamber Efendimizin Sallallahü Aleyhi Vesellem sözlerine muhatap tutma gayretiyle, bir hocanın önüne halka yapmış, ilim talimi yapmaktadırlar. Hocalar, talebeler, ilim öğrenmek ve öğretmek gayesiyle farklı diyarlardan buraya ulaşan; kimi ilmi, kimi şifayı, kimi de bir harf öğretmenin sevabını talep eden bu topluluk, bulundukları mekânı bugünün deyişiyle muazzam bir kampüse çevirmişler. Hem maddî tertip ve düzeniyle, hem de manevî heyecanıyla burası bir ilim yuvasıdır.
Bir ikindi vakti, bütün bunlar zihnimde canlanırken bir anda tiz sesli bir müziğin çalmasıyla yeniden içinde bulunduğum ana döndüm. Beni rahatsız eden, mekânın ruhuyla ahenksiz bulduğum müziğin İzzettin Keykavus’un burada medfun ruhuna, İmam Burucirdi’nin Buruciye Medresesi’ndeki kabrine rahatsızlık verdiğini düşünmeden edemedim. Ekseriyeti gençlerden oluşan müşterilerin, içinde ferahça çaylarını yudumladıkları binanın evvelini bilip bilmedikleri hakkında tahminlerde bulundum. Az ötedeki Selçuklu Sultanı’nın kabrini bilmeyen, müziğin tınısına kapılıp buraların yıllar yılı Kurân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîf sesleriyle şenlendiğini bilmeyenler var mıydı? Bir an düştüğüm derin hüzün kuyusundan dedemin hatırıma gelen sözleri beni çekip alıyor: Sen iyiyi, güzeli, doğruyu anlatmaya bak. Gönüllere hakikati nakşetmeye çalış. Yel savurur, sel sürükler, ateş yakar. Dünya meşgalesi; insan oradan oraya koşar, diyardan diyara konar. Ama şu bir hakikattir, her şey aslına rücu eder.