Kapak

Deniz, Orman ve Kaplıca Diyarı Edremit

Gittiğiniz güzel beldelerden çoğunu özler, bir fırsatını bulup oralara yeniden gitmek istersiniz. Bazısını bir haftada, bazısını bir ayda özlersiniz. Ama bazısı vardır ki onlar hemen özlenmeye başlanır. Edremit, kendisini hemen özletenler arasındadır.

Bir memleket düşünün ki denizi var; hem de en güzelinden. Ormanı var, oksijeni en bol olandan. Bunun üzerine bir de kaplıcası var ki, güzelliği anlatılmaz yaşanır cinsten. İşte bu üç güzelliğin birleştiği nadir noktalardan birisi Edremit. Kısa bir zaman diliminde de olsa, anlayıp anlatmak üzere Balıkesir’den Edremit’e doğru yola çıkıyoruz.

Balıkesir, bir tarafı Marmara’da diğer tarafı Ege’de bereketli bir yer. Şehir merkezinden çıktıktan sonra dağlık arazi, İrvindi yol ayrımından hemen sonra başlıyor. Şabla Dağı’na doğru yollar kıvrım kıvrım. Dağın zirvesi, deniz seviyesinden 918 metre ve buradaki ismi Şab Zirve. Zirveden hemen sonrasında Havran Barajı uzaktan görünüyor. Edremit’e doğru yaklaşık bir saatlik yolculuk, sonbaharın en güzel hali ile devam ediyor. Güneş, ağaç yüklü bol tepecikli dağların üzerinden, karaya vuran balıkları kendine doğru çekmeye çalışan dalgaların birbiri ardına vuruşları gibi çırpınıyor.

Edremit’e Havran tarafından girenler, iki ilçeyi sanki birleşip tek belde olmuş gibi görürler. İki belde sokağı, mimarisi ile birleşmiş ama kalabalık bir görünüm oluşmamış. Öyle ki Havran’da iftar topu patlatılsa, Edremitlilerin yarısı kendi beldelerinin iftar topu atıldı zannedebilirler. Edremit’te bizi ilk önce Kadıköy Mahallesi, ardından Akçay karşılıyor.

İstanbul’dan buralara gelip yer yurt tutanlar çokmuş. Hafta sonu için Üsküdar, Maltepe ve Çerkezköy’den çıkıp gelenler, hafta sonunu burada geçirip hafta başında işlerinin başına tekrar dönüyormuş.

Öncelik Kazdağlarının 

Meşe, kestane, gürgen ve köknar ağaçlarından oluşan Kaz Dağları, Çanakkale ile Balıkesir arasına uzanmış büyük bir dağ grubu. Üzerinde çok güzel beldeler kurulan bu dağ silsilesi, Biga yarımadasına da damgasını vuruyor. Ege Denizi’nden Marmara Denizi’ne doğru çok yerleşim yeri var. Onlardan bir belde var ki oksijen seviyesi bakımından Alplerden sonra ikinci yer olarak biliniyor. Burası Altınoluk beldesi.

Altınoluk, belde olarak gerçekten altın bir noktada bulunuyor. Önünde denizi, arkasında dağı ve altındaki sıcak kaplıca sularıyla başka ne istersiniz, der gibi duruyor. Bu şekilde bakıldığında orada “som altından” bir belde var.

Beldenin oksijen kaynağı, Kaz Dağları. Rotayı bu tarafa doğru çevirdiğinizde Hasanboğuldu Göleti ve Sütüven Şelalesi karşınıza çıkıyor.

Dağ yolları, iki yanı zeytin ağacı ormanlarıyla kaplı. Oldukça bakımlı bahçeler, her ağacın hırslı ve hevesli birer sahibi var gibi bir his uyandırıyor.

Dünyanın neresi olursa olsun, dağlara doğru tırmanırken insanın aklına şu soru gelir; “Biz arabamıza bindik, yirmi dakikada dağın zirvesine çıktık. Bizden önce bu dağlarda seyahat edenler, bu zirvelere çıkmak isteyenler, kaç saatte, kaç günde çıkıyorlardı?”

Zihinlerde oluşan bu soruya, Kaz Dağları’nın tam da bu noktasının, kanlı, canlı ve destansı bir cevabı var. Hasanboğuldu Göleti’ne doğru mihmandarımız Muharrem Bey, olgun yaşının, sesine verdiği tarihî doku ile hüzünlü konuyu, bebeğine masal anlatan baba edasıyla anlatıyor.

“Efsane midir, gerçek midir, bilinmez. Tam da şu gördüğünüz, akan derenin yanı başında, kıvrım kıvrım giden yollarda yaşanmıştır bu hadise. Obalı insanlar o zamanlarda, ovada yaşayanları dayanıksız görürlermiş. Ovalı bir damat adayı olduğunda, dayanıklılığını ispat etmesini isterlermiş. Şu gördüğünüz yollardan yürüyerek, aşağı Zeytinli köyünden aldığı kırk okka tuzu, yayladaki obaya taşıması gerekirmiş damadın. Bugün yürüme ile yaklaşık 3-4 saat süren bu yolu, sırtında kırk okkalık tuz torbasıyla Hasan da çıkmaya başlamış.

Az gitmiş, uz gitmiş ama çok yorulmuş Hasan. Rençberlik yaptığı için, bu tür yükleri taşımaya alışık değilmiş. Beyoba’ya doğru çıktığında, artık yorulmuş. Sütüven Şelalesi’nin oraya vardığında, yol, derenin içinden geçiyormuş. Hasan’ın atlaması gerekiyormuş. Sudan atlarken ayağı kayıp düşmüş ve bir daha da kalkamamış Hasan. Sonra ne mi olmuş?

Emine ki bu göle,
Hasan’ı koyuverdi;
Hasan tuzlar içinde,
Eridi, akıverdi.

Dağlar, ağaçlar, sular,
Bir ağzından bağırdı.
Dediler: “Ah Emine
Acı vursun gönlüne.”

Yörük kızının gönlü,
Duyunca bu sesleri,
Sırtındaki çuvalı,
Atıp da döndü geri.

Hasan’ın gömleğini,
Sadece gördü, giydi.
Suyun çağıltısıyla,
Bedeni serinledi.

Hadise buna benzer farklı şekillerde yıllar içinde anlatılagelir. Hasanboğuldu’nun ismi, işte o Hasan’dan gelir.”

Zihnimizde, Hasan’ın yaşadığı yorgunluğun, bitkinliğin ve acının son kertesini hissetmeye çalışıyoruz. Çalışıyoruz diyorum, çünkü altımızdaki otomobil saatte 30-40 kilometre hızla, o zamana göre yokuş yukarı hızla akıp gidiyor. Nasıl anlayabiliriz ki?

Yaşamak ve hayatta kalmak içgüdüsünün ruh ve beden arasındaki mücadelesini, günümüz insanı kolay kolay anlayamaz.

Yemek, içmek, dinlenmek isteyen bedeninizin sizden uzaklaşmasını, yorgun bir at gibi burnundan soluyarak bir yerde yığılıp kalmasını, ölüm yorgunluğu bastırmadan anlayamazsınız. Ruhunuz sizi ileriye doğru çekerken bedeninizin size cevap vermemesi, işte ruhun bedenden üstün olan gücü bu olsa gerek…

Şimdiki Hasanboğuldu, girişte ücret verdiğiniz piknik ve park alanına dönüşmüş. Geçmiş hatıranın izleri, seyirlik manzarada insanların zihinlerinde ışık oluşturmaya çalışıyor.

Hasanboğuldu Göleti’ne doğru tahtadan bir yol yapılmış. Sütüven Şelalesi, bu tarafın son noktası durumunda. Arkada yüksek kayalıklar, ön tarafta Edremit’e doğru iç içe geçmiş orman katmanları, Hasan’ın yaşadığı destanın etkisinde kalan insanın yaşama tutkusunu yeniden uyandırıyor.

Edremit kaplıcaları

Hasanboğuldu’dan sonra Beyoba köyünde durmadan aşağı doğru yolumuza devam ediyoruz. Edremit kaplıcalarının olduğu yere varmadan küçük, şirin bir köy meydanında, asırlık çınar ağacının altında biraz soluklanıyoruz. Burası Edremit’in Kızılkeçili köyü. Şimdilerde kasaba olarak anılıyor. Nüfus, yazları bir hayli fazla imiş, kışları da eskisine göre daha kalabalık olmuş. Çayımızı içerken öğreniyoruz ki, köyde uzaktan çalışarak hayatını buradan devam ettirenler de varmış. Köy, onları kendine çekmiş ve bir daha da bırakmamış.

Kızılkeçili köyünden Altınoluk’a doğru 10 dakikalık bir mesafe ile kaplıcalar bölgesine geliyoruz. Tarihî kaplıca hamamı ve diğer müştemilat yıkılmış, sadece küçük bir yer koruma altına alınmış. Yeni yetme sokak gençlerinin, ihtiyar bir adama omuz atarak saygısızlık yapmalarını izleyen, izlerken de yerinin darlığından dolayı bir şey yapamayıp sadece içi acıyan merhametli gözlerle izliyoruz, ardı arkasına dizilmiş yüksek katlı kaplıca otelleri arasındaki bu tarihî yeri. Ne yapabiliriz ki? Kaplıca ile denizi, 365 gün pazar malzemesi haline getirip kazançlarını katlayanların insaf etmelerini beklemekten başka çare yok gibi.

Tarih ve günümüz arasında geçişin kırıldığı bu anı yaşarken, bir taraftan da Altınoluk limanına doğru yürüyoruz. Birbiriyle yarış halindeki oteller arasında limana çıktığımızda, manzara-ı umumiyi temaşa etme fırsatını yakalıyoruz. Deniz Feneri’ne doğru yürürken, etrafta kızağa alınmış teknelerin paslı yerlerini kazıyan, çürüklerini tamir eden ve boyayan işçilerin seslerinden başka, sadece dalga sesi var. Bu hafif sesler arasından geçerek fener kısmına ulaşıyoruz.

Ayrılırken özlemek mi?

Arkada öbek öbek yükselen Kaz Dağları, ortada Edremit ve önde limanıyla şehir, özenle hazırlanmış hediye paketi gibi duruyor. Dağdan akan kaynak suyu, altından kaynayan kaplıca suyu, önünde duru deniz suyu, bu hediye paketinin etrafında sallanan mavi renkli kurdeleler gibi.

Biz bunları seyrederken, akşam güneşi bütün kızıllığı ile ayrı bir fon oluşturarak batıyor. Bu güneş bir insan olsa, eline mikrofon alarak bu kadar nimetin idrakini insanlara haykırırdı. “Farkında değil misiniz, Hazreti Allah, dünyanın en güzel yerlerinden birini size nasip etmiş! Günde beş vakit, bu kadar nimete, daha çok şükretmeniz gerekiyor.” Bu minvalde daha birçok cümle söylerdi herhalde…

Zihnimizdeki bu hayallerle ayrılmak zorunda kalıyoruz. Sıra dışı hayallerin sebebi, bu güzel beldeden ayrılma zorunluluğu ve ayrılık stresi olabilir. Belki geride kalanlara gıpta etme de olabilir. Her ne sebeple olursa olsun, Edremit ve Altınoluk, çok güzel beldeler. Bu topraklar üzerinde yaşayan insanlar, kıymetini bilmeli ve güzelliğin sahibine şükrünü edaya çalışmalıdır…

En Yeniler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu