Bu sabah erken kalkmıştım.
Elimi yüzümü bile yıkamadan bilgisayarın başına geçecek, ne zamandır yazmayı kurguladığım hikayeme artık başlayacaktım. O sandalyeye ayağım takılmasaydı belki şimdi hikayemin bir nüsha çıktısını almış, rengarenk kalemlerimle tashih yapıyordum. Sandalyeye takılınca çocuk uyandı, çocuk uyanınca da hanım su içmeye kalktı. Evde içme suyu kalmadığını fark edince bana biraz söylendi, mecburen geri yattı. Ben sabahın köründe uyanan kızımla baş başa kaldım.
Gözlerinin fıldır fıldır dönüşünden uyumayacağını anlamalıydım. Anlasaydım bir saat boyunca ayağımda sallayıp uyutmaya çalışmaz, hikaye yazma hayallerimi başka bir güne erteler, daha da önemlisi kendimi buna hazırlardım. Uyuyacağını umduğum için çocuğu ayağımda sallarken bir yandan da aklımın bir köşesine açtığım tertemiz bir sayfada hikayenin cümlelerini peş peşe sıralıyordum. Ilham bu olmalıydı işte. Nasıl geliyordu Allah’ım cümleler. Kelimeler birbirini kovalıyor, hatta birbirleriyle yarışıyorlardı.
O bir saat içinde zihnimde oluşan karalamayı temize çekebilseydim bile hikaye çoktan bitmişti.
Çocuk uyumamaya devam ettikçe çocuğu sallayan bacaklarım daha hızlanmaya başladı. Hızlanınca da çocuğun uykusu iyice açıldı tabi. Çareyi salona geçip oyuncak kutusunu orta yere dökmekte bulduk ama bir saat sonra. Bacaklarım daha güne başlamadan yorulmuşlardı. Nereden takıldıysam şu sandalyeye! Hikayeye başlayamadığıma mı yanayım, uykusuz kaldığıma mı bilemedim. Bizim ufaklığın yanına, oyuncakların içine boylu boyunca uzandım. En son kızımın oyun oynarken çıkardığı seslerin bana ninni gibi geldiğini hatırlıyorum.
Rüyamda kendimi yıllarca hayalini kurduğum burçak tarlasının ortasındaki ahşap dubleks evde buldum. Üst katındaki büyük salonun iki duvarı baştan aşağıya camdan. Hava bulutlu, hafiften yağmur tıpırdıyor. Rüzgar başakları savururken salondaki iki eşyadan biri olan koltuğuma oturuyorum. Ayağımın dibinde bir sehpa.
Sehpanın üzerinde biri açık iki kitap, elimde defter ve kalem. Yazacak gibi oluyorum. Gözlerim burçak tarlasının uçsuz bucaksızmış gibi uzanan sarılığına dalıyor. Manzaranın müptelası olmuşum. Çok uzaklarda bir yerde bir şimşek çakıyor, birkaç saniye sonra gök gürültüsünü bekliyorum. Yalnız başıma. Neden sonra kendime geliyor ve yazmaya başlıyorum. Yazarken kendimden çok eminim. Bir cümle sonra ne yazacağımı, konunun nerede biteceğini, hangi bölümde neler olacağını adım gibi biliyorum. Bir şimşek daha yakında bir yerlerde çakıyor. Hemen ardından büyük bir çınlama. Yağmur hızlanıyor. Damlalar camdan duvarımı yıkıyor adeta. Süzülen süzülene… Bulutlar çok hızlı ilerliyor. Onları izliyorum. Her birini bir şekle benzetiyor, rüya yorumlar gibi yorumluyorum. Sonra tekrar dönüyorum yazdıklarıma. Şöyle bir baştan okuyorum. Tashihe muhtaç tek bir kelime yok. Korkuyorum.
Hanımın sesiyle uyandım. Mutfaktan geliyordu. Ben uyuyunca, kızım da uyumuş. Uzun süre üstü açık yatmışız. Hanım da buna söyleniyormuş. Çocuğu durduk yere hasta edecekmişiz. Madem erken kalkmışım, kırk yılın başı bir kahvaltı hazırlasam ne güzel olurmuş, ya da en azından bir çay koysam ocağa elime mi yapışırmış. Ne desem de gönlünü alsam derken sokaktan domatesçinin sesi duyuluverdi. Ben demeye kalmadan uzun zamandır temcit pilavına dönen melemen yapma işini bir an evvel bitirmemiz gerektiğini söyledi. Hazır domates bu kadar ucuzlamışken ve kendimi affettirmem gerekirken hemen indim aşağıya. Yirmi kilo kadar aldım. Ah o sandalye, nereden takıldın ayağıma.
Kahvaltıdan sonra başladık melemene. Hanım koca kazanda önce biberi kızartıyor sonra üstüne benim kuşbaşı doğradığım domatesleri döküp karıştırıyordu. Karışım kıvamını bulana kadar ben kavanozları hazırlıyordum. Birinci tencere pişince kavanozlara eşim dolduruyor ben de sıcağı sıcağına kapaklarını kapatıp ters çeviriyordum. Böylece vaktin ikindiye yaklaştığını anlamadık bile. Son kavanozları kapatırken yazacaklarımı düşündüm. Aslında düşünemedim. Ne kadar da nazlı şeyler, not almadım mı uçup gidiveriyorlar.
Yorgunluğu atamadan kızım, ille de parka gitmek istiyorum diye tutturmaz mı? babacığım deyişini bir duysaydınız eminim siz de kıramazdınız onu.
Elele tutuşup çıktık sokağa. O salıncak senin bu tahterevalli benim derken hava karardı. Bizimkinin
enerjisi biter mi? Hanımefendiye kalsa gece de oynayacağız. Ona babamın bize akşam ezanı okunmadan evde olmamız gerektiğini öğretişini anlattım. Ben de senden bunu istiyorum deyince ikna oldu.
Eve dönerken biraz olsun yazacaklarımı düşüneyim diyordum. Sağ olsun hanımdan gelen bir kısa mesaj ile eline liste tutuşturulmuş alışveriş adama dönüşüverdim. En uygun fiyat, en kaliteli ürün derken birkaç market dolaştım. Yarım kilo kıyma, bir paket şehriye, baldo pirinç, meyve, sebze ne diyorsa aldım. Ketçap almışken mayonez de alayım, hardalı da eksik kalmasın. Bebek bezinde indirim var, denk getirmişken biraz stok yapayım, bilmem ne kadarlık alışverişe falanca ürün hediye veriliyormuş, birkaç şey daha eklersem bu da bir fırsat kaçmasın diye diye kasiyere handiyse bir servet bırakıp çıktım marketten.
Bir elimde poşetler diğer elimden tutan kızım ile eve döndüğümüzde yorgunluk paçalarımdan akıyordu. O meşum sandalye ile tekrar yollarımız kesişti. Günümü yazıdan çok uzaklara götüren domino etkisinin ilk halkasına bu sefer muhtaçtım. Hanım, biz parka çıkınca tüllerle perdeleri çamaşır makinesine doldurmamış mı? Sandalye sayesinde kornişlere anca yetişebildim. Tül ve perdeleri takmanın bir erkeğin kaderi olduğunu biliyordum ama bana ilham olacağını bilmiyordum. Her düğmeyi takarken bir cümle aklıma geliyordu. Bu durumda bir perde bir paragraf, bir tül yeni bir paragraf olmuş oluyordu. Boynumun ağrımasına rağmen hiç bu kadar hevesle perde ve tül takacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. Öyle şevkle çalışıyordum ki hanım bile şaşırmıştı bu halime.
Perde ve tül takma işi biter bitmez bilgisayarı kucakladım, doğru kızın odasına. Kapıyı arkadan kilitledim. iyi de yaptım. Neden sabahtan beri aklıma gelmedi bu benim. Masaüstüne yeni bir word dosyası açtım. Adsız. Acele etmeli ve kornişlere uzanırken topladığım kelimeleri tespih dizer gibi bir bir dizmeliyim. Başlıkla vakit kaybedemem. Hemen yazmaya koyuluyorum: “Bu sabah erken kalkmıştım. Elimi yüzümü bile yıkamadan.”