Bir Psikologun Not Defteri
Cuma çıkışı çay ocağına uğramasaydım, olanlardan haberim olmayacaktı. Daha doğrusu çay ocağına uğramasam değil, Ilyas’ın ısrarıyla bir bardak çay içmeye razı olmasam, mahallemizdeki son gelişmeleri belki de iş işten geçtikten sonra öğrenebilecektim.
Geçerken öyle bir uğrayayım demiştim. Gazeteleri karıştırmak için. Kalkmak üzereydim ki burnumun ucunda çay bitiverdi. Çay ocağının sahibi Hahz Ilyas. Eskilerin suskun çırağı, şimdinin çok konuşan ustası. Gerçekten hahz mı bilmiyorum, herkes öyle diyor. Kolumdan tuttu. İlla oturacakmışım. Anlatacakları varmış. “Neyse.” dedim. “Uzatmayacaksın ama!”
İkili paket halindeki küp şekerlerden birini bardağa attım. Ben karıştırmaya başlamadan, Ilyas anlatmaya başlamıştı bile: “Üç haberim var sana. Nerden başlayayım? Gerçi sen ehemmiyet sırasına göre anlatmamı istersin ya. Madem öyle, işte bir numaralı haber: senin ev sahibi var ya hani, tornacılıktan emekli Şeref Bey. Torunu olacakmış. Ortanca kızından. Üç kız büyüten adamcağızın torunu da kızmış. Pek seviniyor. Hatta şimdiden ismini bile bulmuşlar: Duru. ikinci haber; Muhtar Recai Bey, emeklilik dilekçesini vermiş. Yoruldum artık, diyor.
“Kağıt-kürek işleriyle şu yaşıma kadar uğraştığıma şükretsinler. Daha da uğraşamayacağım. Az daha devam etsem muhtarlığın neredeyse demirbaş listesine geçecek adım.”
Üçüncüsü bomba gibi bir haber: Psikolog Yasin Bey İstanbul’u bırakıp memleketine dönmeye karar vermiş. Bir iki güne kalmaz taşınacakmış. Ilyas’ın son söyledikleri hakikaten bombaymış. Çay bardağını bir dikişte bitirdim. Aceleden Ilyas’a teşekkür bile edemedim. Bir an evvel Yasin Bey’in muayenehanesine gitmeliydim.
Kapıya geldiğimde muayenehane levhasının sökülmüş olduğunu gördüm. Artık çok mu geçti yoksa? Böyle yapmamalıydı ama, aramızda çok sıkı bir dostluk bağı olmasa da en azından doktor-hasta ilişkisi veya aynı mahallede ikamet etmenin bir yakınlığı vardı. Ben gidiyorum demeliydi, diye düşündüm. Bir allahaısmarladık kelimesini çok görmemeliydi bize. Korkuyla, silik bir şekilde Yasin Büyükesen yazan zile dokundum. Açan yok. Az sonra bir daha dokundum zile. Yine açılmadı. Hâlbuki daha geçen sene gelmiştim buraya ve zile dokunur dokunmaz sekreter tarafından açılmıştı kapı.
Ah be Yasin Hocam gittin demek. Sekreter bile olmadığına göre kesin gitti. Ya değilse neden açılmasın ki kapı. Ben düşünürken epey zaman geçti sanırım. Umudu kesip geri dönecekken bir tıkırtı geldi içeriden. Kilit iki defa döndü, kapı açıldı. Başında takkesiyle kapıyı açan Yasin Hoca’nın ta kendisiydi. Beni içeri buyur etti.
Gidiyor musun dememe gerek yoktu. Her oda kendi eşyalarıyla birer ikişer kutulara sığdırılmıştı. Koridorda birkaç tablonun dışında duvarlar bomboştu. Geçen sene “zihin ameliyatı”na alındığım o meşhur yatak bile katlanmış, gitmeye hazır bavul haline getirilmişti. Toplanmayan tek şey Yasin Bey’in kitaplığıydı. Kitaplığın önünde içi yarısına kadar kitapla dolu bir kutu ve yere serilmiş yeşil bir seccade vardı. “Kusura bakma.” dedi. “Namaz kılıyordum, ondan geç açtım kapıyı.” Söze nereden başlayacağımı bilemedim. Üzeri artık bomboş masasına dayanıp kollarımı göğsümde birleştirdim. “Hoca bana damdan düşeni getirin demiş ya, o bakımdan geldim ben.” dedim.
Anlamamış gibi yüzüme baktı. Bir yandan da ağır hareketlerle kutuya kitapları dolduruyordu. “İstanbul’dan hiç gittin mi? Biliyorum, hayır gitmedin. Üniversiteyi burada okudun, işe burada başladın, yüksek lisans, doktora vs. profesör olana kadar askerlik dahil İstanbul’dan hiç gitmedin.” Sözümü kesti. “Evet ama artık çok sıkıldım.
Trafiği ayrı dert, kalabalığı ayrı. Bir yerden bir yere gitmek için bin takla atıyoruz. Allah vermesin, ambulanslık bir işimiz olsa hastaneye gidene kadar mezarlığın yolunu buluruz.”
Söz kesme sırası bendeydi. “Bakın Yasin Hocam.” dedim. “Üniversiteden mezun olurken ben de sizin gibi düşünüyordum. Gideyim taşranın göbeğine de kafamı dinleyeyim, diyordum. Gittim de. Memur olarak. Küçük yer bir zaman sonra sizi ele geçiriyor. Kendine benzetiyor sizi. Artık küçük düşünmeye başlıyorsunuz.” “Memleketimdeki en büyük hastanede başhekimlik veriyorlar bana.” dedi. “Birikimimle müstakil ve bahçeli bir ev aldım mı değme keyfime. Domatesi, marulu, maydanozu kendim yetiştireceğim. Belki birkaç da keçi…”
Şimdiye kadar dediklerim yüz ifadesinde bile bir tereddüt hasıl edememişti. Derdimi biraz daha detaylı anlatmalıydım. “Giderken İstanbul’u bir daha özlemem diyordum ama altı ay sonra başladı hasret.” dedim. “Meğer alışmışım onu fark ettim. Giderseniz size en fazla bir sene veriyorum, geri
dönmek isteyeceksiniz. Hiçbir şey yapmasanız da İstanbul’un nimetlerinden faydalanmıyorum ben deseniz de yapmak istediğiniz anda her şeyin elinizin altında olmasının verdiği rahatlık yok mu, bunu bulamayacaksınız işte taşrada. Çünkü taşra demek bir bakıma bir panele katılmak için üç yüz kilometrelik yolu, bir sergi açılışında bulunmak için iki buçuk saati, bir konferansta konuşmacı olabilmek için ise belki bir uçak yolculuğunu göze almak demektir. Bir sene sonra aklınıza ben geleceğim. O zaman demişti dersiniz.”
Kafasındaki gitmek düşüncesi devasa bir kaya kadar sertti. Konuşmaya devam edince bu koskoca kayanın altında başka düşünceler olduğunu da ağzından kaçırıverdi. “Aslında aktif olarak psikologluğu bırakmak istiyorum. Memleketimde uzlete çekilip bir kitap yazma düşüncem de var. Hayatımın romanını yazacağım. Şu yaşıma kadarki tecrübelerimi son bir kitap olarak ama roman halinde bir araya getirmek istiyorum. İsmi bile hazır: Bir Psikoloğun Not Defteri.”
Bir açığını yakalamıştım işte. Bütün hücumlarımı bu noktaya yoğunlaştırmalı ve gitme fikrini en azından zayıflatmalıydım.
“Demek ilham şehrini bırakıp kendisi ilhama muhtaç memleketinde ilham arayacaksın. Kaldı ki bütün yayın dünyası İstanbul’dayken. Birçok yazar burada yetişmiştir, çoğu dergi burada çıkar, gazetelerin yurdu burasıdır. Taşradaki yazarlar sadece yazı gönderirler İstanbul’daki dergilere. İstanbul emzirir her birerini. Senin gidişin kendine yeni bir anne aramak değil de nedir?”
Son birkaç cümlem onu duraksatmayı başardı. Kalktım. Kapıya doğru yürüdüm. Çıkmadan önce son bir kez geri döndüm: “İstanbul’dan gitmek sadece İstanbul’dan gitmek değil, Topkapı’dan,
Hz. Fatih’ten, Eyüp Sultan’dan, suriçinden, Ayasofya’dan, Sultanahmet’ten, Süleymaniye’den ve hatta Karacaahmet’ten gitmektir. Buralara ev sahibi rahatlığı ile değil bir misafir olarak diken sütünde muvakkaten gelebilmektir. Giderken bir de böyle düşün.” Arkama bile bakmadan çıktım.
Bir hafta sonra yine Cuma çıkışı İlyas’ın çay ocağına uğradım. Masama çay bırakırken “Sana yine havadislerim var.” dedi. “Ama önce şu üç çayı Yasin Bey’in muayenehanesine bırakayım.” Bir şey demedim. Gülümsedim.