Uzak Köyün Hikayesi
Hikâye “Köye bir adam geldi ve köy o günden itibaren artık eski köy değildi.” diye başladı.
Küçüktü. Kenardaydı. Şehirden uzaktı.
Nüfusu azdı. Ancak herkes birbirini tanırdı. Selamsız geçilmezdi. Yolculara hayvanlara su veren çeşmesi daima çağlardı. Camisinden selalar, ezanlar vaazlar yükselirdi, bir de ahali ile alakalı her nevi ilanlar. Bakkalında veresiye defterleri bulunurdu.
Gönül almak, kırmamak için destek olunurdu bütçeye. Hasat sonunda ödersin, deyip boyun büktürülmezdi.
Sadık yâri topraktı. Keçisi, koyunu geniş meralarda yayılırdı. Sütü sağılır, yoğurt yapılırdı. Yayıklar kurulur, peynir, çökelek, ayran, tereyağı ayrılırdı. Atı ile şehre inerdi. Heybesi atının terekesindeydi. Eşek ile yük taşınırdı. Develer göç zamanı en önde yerini alırdı. Havudunu, semerini, tahta kaşığını kendileri yaparlardı.
imece, kelimesinin hayata tatbik edildiği mekânlardı. Kendi yiyeceği buğdayını, mısırını ekerdi. Emeksiz yemek olmaz kavlince alın teri dökülürdü. Ekinler beraber biçilir, harmanlar kaldırılırdı. Sapı samandan ve taneden ayırırdı. Zekâtını öşrünü verirdi. Hamurunu yoğururdu. Sacını kurardı. Ekmek yapardı. Yer sofrası kurar, kuru yavan acı soğan demez, müsafiri ikramsız bırakmazdı. Halil ibrahim bereketine inanırlar, sofradan şükür ile kalkarlardı. Çocuklar “Ananın ekmeğine kuru, ayranına duru denmez.” darb-ı meseli ile büyürlerdi.
Nerde o eski ramazanlar ve bayramlar, suali sorulmazdı. Öyle bir sual muhabbete dahil olamazdı. Her iftar vakti, komşuda pişen bize de düşer, derlerdi. Ne piştiyse, bir tabakta komşunun sofrasına düştü. Karşı komşu ise hep “Komşusu açken, tok yatan bizden değildir.” derdi. Uyumadan evvel bu hal üzere gözlerini kapardı. Avlusunda maydanozu, nanesi, biberi, yeşil soğanı, domatesi uzayıp giderdi. Bazen tavuklar avluya izinsiz girerdi. Kimse kimsenin tavuğuna kış demezdi. Komşuluk silsilesi bütün evleri birbirine bağlardı.
Bayramlarda herkes saf tutardı. Baba, çocuğunun elinden tutar, caminin yolunu tutardı. Bayram namazından evvel muhtaçlara, talebelere sadakayı fıtır, zekâtlar verilirdi.
Para, mal zehirden böyle arınırdı. Namaz çıkışında bütün ahali bir sıra halinde tek tek bayramlaşılırdı. Evler ziyaret edilmeden mezarlıklara varılırdı. Ölmüşler, unutulmazdı. Bir Fatiha, Yasin suresi bir aşır beklediğini bilirlerdi. Çocuklara da “Onların bayram etmesi böyledir.” tenbihi söylenirdi. “Kabirin üzerine basılmaz.” ikazı, “ölüye bile saygınız yok” cümlesini sarfettirmezdi.
Kış gecelerinde soba kenarında, koyu çay sohbetleri yapılırdı. Dedeler menkıbeler ile tarihi dillerde taşırdı. Bilmeceler sorulur, bilene bir bardak ballı süt mükâfat olurdu. Annelerin ağzında ninni, bebeklere şifalı söz taşırdı.
Kar korkusu kışı zehire çevirmezdi. Karların mikrobu kırdığı bilinirdi. Karlı geçen yılın baharında kırlar bereketlenirdi. İhtiyar ve kuru ağaçlar yakılırdı. Doğru büyümesi için yabani ağaçlar dahi budanırdı. Dedeler, torunlarına ağaçtan oklava, tahta kaşık, şiş, sinit yapmayı gösterirdi. Anneler ise onların nasıl kullanılacağını anlatırdı kızlarına.
Kızlar çeyizleri için el emeği göz nuru der, harıl harıl işleme yapardı. Her yanlış bir nakış, sözüyle halılar, kilimler, heybeler dokunurdu. Mendil kenarları işlenir, her renge bir mana yüklenirdi.
Köyün, köylü olmanın manasıydı bu, eleğim sağma dedikleri gökkuşağı gibi hayatın her rengini taşırdı. Lafızda ise köy, kög, Farsça kûy, Arapça karye şeklinde yerini aldı.
Sonra köye bir ‘aydın öğretmen’ geldi, köylüyü cahil belledi. Köyü asırlarca aslı esasına muvafık taşımaya çalışanlara, gelenekten yetişenlere, kısacası din adamlarına ‘kara kuvvet’ yaftasını taktı. Marksist sistem, köylüyü köyü ayırdı şehirden. Köy demek olan kom’dan komünist bir sınıf inşa etmeye kalkıştı. Köy enstitülerinde fikir palazlandı ama ithal aşı tutmadı.
20. yüzyıla kadar köy, şehirlerden kalabalıktı. Üreten geliştiren köylüydü. Ve bu siyasi bir malzeme haline geldi. “Sen işçisin işçi kal.”
Lakin traktör onları köyde bırakmadı, şehre göçürdü. Sabanı, orağı, atı, eşeği, deveyi emekli etti. Köyler şehirleşmedi, şehirler köylüleşti. Eski ramazanlar ve bayramlar gibi köy uzaklaştırıldı hayattan. “Orada bir köy var uzakta.” sözü yankılandı, şehirdeki öğretmen ve öğrencilerin dilinden. Ve dünya ‘globalleşen bir köy’ olarak tavsif edildi. Sanayi, makine, teknoloji ile köy ve şehir farkı ortadan kaldırılmıştı. Köyün asıl manasını şairler satırlarda taşıdı.
Urfalı divan şairi Nâbî en güzel nazmını bunun için dillendirdi. 1600’lü yıllarda hac vazifesini ifa ederken Medine yakınlarında istirahat verilmişti. O esnada nevm-i gafletten olsa gerek bir devlet vazifelisinin ayağını o tarafa uzattığını gördü ve nida etti.
Sakın terk-i edepten kûy-i Mahbûb-i Huda’dır bu
Nazargâh-i ilâhidir, Makam-ı Mustafâ’dır bu
Köy, kûy-i mahbube idi. Yani sevgilinin, gönülde olanın bulunduğu yerdi. Kur’an alfabesiyle kûy ve köyün aynı yazılması ( j ( ) ise güzel bir tevafuktu. Kûy, Farsça’da köy, sokak, sevgilinin evinin bulunduğu yer manasında gönüldeki köyü anlatırdı. Lâ edri bir beyit bunu asırlardır anlattı durdu:
Kûy-i cânân bana Cennet-i me’vâ görünür
Vatanı her kişinin kendine a’lâ görünür.
Çölde küçük bir köy/karye olan beldeler İslamla medineleşmiş/şehirleşmiş ve kûy-ı mahbube ile ümmü’l-kura olmuştu, her köyün/ karyenin varacağı en güzel nihaî noktaydı.