AraştırmaKapak

Koku Mimarlığı

Şehirler, Çalınan Kokusunu Arıyor

Koku, havadadır. Yani bulunduğunuz atmosfer veya mekân hangi koku ile kaplanmışsa ruhunuza sirayet etmiştir ve hareketleriniz oraya meyyaldir.

Gözlerinizi kapatın, burnunuzu açın. Kâğıt kokusunu hissediyorsunuz, değil mi? Burnunuzla tıpkı bir mimar gibi gezdiğiniz, yediğiniz, içtiğiniz, yaşadığınız yerlere koklayarak ulaşmak mümkün.

Mekân; olduğunuz herhangi bir yerdir. Eğer kastınız bir ev, daire ve bina ise bunun adı barınmadır. Mesken, sakinlik bulduğun yer. Koku ile mesken, insanın anasırı erbaası-dört unsurunu da taşır. Toprak, sadece besleyici; su, temizleyicidir. Ateş, olgunlaştırıcı; koku ise havadadır, nefes kadar hissettirici ve hayatîdir. Mesken ise zeminiyle topraktır. Suyu ile harçtır. Ateşi, sıcaklığı ile birbirini tutmaktadır. Çizilen planı ile havadır. İşte koku buradadır. Esere verilen, ruh ile üflenen havadadır. O zaman ruha giden yollar, havadaki kokudan geçer. Yol ise mekânlar ve meskenler üzerine kurulu bağlantılar, irtibatlar silsilesidir.

Her devrin bir kokusu var

Araştırmalar, devirlerin ve senelerin ayrı ayrı kokuları olduğunu söylüyor. Mesela Asr-ı Saadet burnunuzda nasıl tüter, Selçuklu ve Osmanlı devirleri hangi kokuları hatırlatır size? Hurma, gül, lale biraz da ahşap değil midir? Hatta tarihî camilere ve mekânlara gittiğinizde ecdadın kokusu halen oradadır. Ahmet Haşim’in deyişiyle “Âlemin manzarası, renklerden olduğu kadar kokulardan örülmüştür. Köpekler, yalnız burunlarıyla etrafındaki şahıslardan, eşyadan ve hâdiselerden haberdar olmuyorlar mı?” Evet, köpeklerde ve kargalarda koku duygusunun hayret uyandırıcı kudretine şaşmamak lazım. Çünkü koku, mekândan ruha sirayet ediyor. “Renkler, insana ancak dış dünya hakkında bilgi verebilir. Ruha giden yolları havada çizen yalnız kokulardır.” Düşünsenize gül kokulu bahçede nezle olduğunuzu. Ruhunuz daralır. Soru şu:  “Her şeyde garip bir mazi kokusu vardı. Bu, tarih içinde kendi kokumuzdu; ne kadar  bizdik?” Çünkü renkler, şekiller kaybolur; sadece kokular sadece o mekâna has muhafaza edilirdi.

Yollar asfalta bulandı

Tekrar, mekânları ve insanları birbirine bağlayan yolları hatırlayalım. Çünkü, dünyalar kadar yol yaptığını söyleyenler en büyük kötü koku katliamını yapmışlardı. Zira, bugün en ücra yerden, en merkezî şehirlere uzanan ve bir damar gibi insanı çevreleyen yollar, petrol artığı asfalt ile kokulanmamış mıdır! Asfalt, petrol rafinelerinde ayrıştırma işleminin bir yan ürünüydü. Bir artık olarak hiç işe yaramayan bu maddeye bir kullanım alanı bulunmuştu: Dünyanın her yeri.

Bir yere yol yapılırken evvela zift dökülür, üç gün bekletilirdi. Herkes kokunun 3 günde geçeceğini söylerdi. Bilakis üç günde o zift burunlarımıza yapışmış, koku hafızasında yerini almıştı. Ne var bunda diyecekseniz, bahar geldiğinde ya da yağmur yağdığında eğer yolda iseniz zift koklamak dünyanın her yerinde birer alışkanlık haline gelir. İşte herkesin ortak koku hafızasına kazınan ve zift kokan yollar ne kadar da bizden oluvermişti. Çünkü bütün yol yapıcılar, şu kadar yol yaptık derken aslında “şu kadar zift döktük” demekle etrafa kötü koku yaydıklarını itiraf etmeliydiler. Çünkü mekâna ve şehre “gözmerkezci” şekil ve gösteriş furyası ile bakıldığında böyle bir manzara arz-ı endâm ediyor. Hipnoz eden renkler ve pürüzsüz yollar yetiyor muydu, insana doğru dokunmaya?

Şehrin kokusu nasıl yok edildi?

Cambridge Üniversitesi’nde veribilimciler, daha iyi bir şehir tasarımı için kokuların nasıl yönlendirici olabileceğini araştırdılar. Londra ve Barselona’da yapılan çalışmada  kötü kokular “tozlu hava, benzin ve egzoz kokusu” olarak kırmızı çizgilerin fazlalığıyla diğerlerini bastırmıştı. Şehirdeki hava kirliliği aynı zamanda hem egzoz ile hem de zift döşeli yollar ile oluşturulan koku kirliliği demek değil midir? Avrupa’da şehir, kokusunu kaybetmişti. Çünkü “gözmerkezci” retinal bir mimari tasarıma gitmişlerdi. Bu ne demekti? Etrafınıza bakın, bir sürü bina yığını, uzaktan göze hoş gelen sanki planlanmış gibi bir hava veren oysa betonarme olmaktan öteye gidemeyen bir yapı karşınıza çıkar. Bu, dünyanın tamamında bir problem; çünkü onlar sadece parayı referans aldılar, mekân onlar için bir yatırım aracı idi; insana dokunan, insanın hislerini canlandıran birer kokusu ve dokusu olmayan şekillerdi. 21. yüzyılda şehrin kokusunu çalanlar, bu eksikliği rengarenk peyzajla, renk renk boyalarla kapatmaya çalıştı. Bütün bunlar, bol çimentolu beton ve petrol atığı asfalt kokusu, egzoz dumanlı terkibin önüne hiç geçemedi.

“Gözmerkezcilik” fazla abartıldı

Anlayabildikleri, gördükleri kadardı. Tasavvur ve tasvirleri, tasarımlar da göze endekslendi. İnsanı “gözmerkezli” bir canlı olarak gördüler. Çünkü dış dünya ile ilgili bilgilerin %80’i göz/görmekle, %18’i kulak/işitmekle, %1’i ise burun/koku ile alınıyordu. Hatta bu, dillere de aksetmişti. Hislere dair kelimelerin yaklaşık 2/3’si ile 3/4’ü görme ve işitmeyi tanımlarken, 1/10’i, hatta daha azı dokunmayı, tat ve koku almayı karşılıyordu.

Göz, insan embriyosunda oluşan ilk organlardan biri denilse de kulak daha önce şekilleniyor. Hatta anne karnında bebeğin sesleri işittiği sonradan ispat edilmişti. İşitmek görmekten evvel gelir; koklamak ise tatmaktan daha öncedir. Önce, havayı koklar sonra tada bakarız. Seküler bilim anlayışındaki batıda görme önce duyma sonra gelir. O yüzden batı, hep duymakta geç kalmıştır. Doğu ise işitme temellidir. İslâm, önceden duyar ve haber verir. İşte batının dünyaya vaad ettiği mimarlıkta “gözmerkezcilik” sorgulandı. Sebebi ise, insanın ya da çevredeki herhangi bir şeyin mekânla kurduğu irtibatı, bu irtibat sonucunda oluşan hafızayı, hareketi ve bıraktığı izi dikkate almayışı idi. Oysa mekân sadece görerek değil, bütün bedenle ve hislerle yaşanılan bir yerdi. Dış dünyanın doğru bir şekilde algılanması için bütün hislerin (görme, dokunma, işitme, koku alma, tatma ve kinestetik duyum) çevre ile irtibat halinde olması esastı. Çünkü dışarıdan gelen bütün uyaranlar, bütün hislerimizi ve duyu sistemlerini kullanarak beynimize ulaşabiliyor. İnsan, sadece “görüntü”den ibaret değildi. Ve bir mekândan da hâli değil. Mekândan izafi olma Hazreti Allah’a mahsustu. Et, kemik ve histen müteşekkildi insan.  Neredeyse gaybı yok sayan gözmerkezcilik, kozmetikten parfüme ve mimaride boyalarla “göz boyacılığına” dönüştü.

Koku, mekâna siner

Evvela dokunmak, yani hissetmek gerekirdi. Bu da bir mekândan yola çıkmakla mümkündü. Çünkü insan, hislerini ve fikirlerini eserlerle mekâna bıraktı. Bunu en basitinden kendi binamıza giderken görürüz. Kapı koluna vücut ısısını bırakırız. Küpeşteyi tutarak merdivenlerden çıkmak, güven duygumuza hitap eder.  Buharlı bir cama elle çizilen desen bile aklımızda kalır. Zeminde atılan ve bırakılan adımlar, ayak izleri bedenin mekâna bıraktığı eserlerdi. Kapıdan içeriye sesleniş ve konuşmalar mekânın duvarlarına siner. Dışarıdan üzerimize ve bedenimize sinen her nevi koku, mekânı doldurur. Mekân uzaktan seyredilen bir nesne değil; insanın kurduğu irtibatla devamlı bir seyelan ve bir ırmak gibi akışkandır. İnsandan insana değişirdi. Kendisiyle, şehir ve çevreyle insanla barışık mimari, dışarıya herhangi bir mesaj verme kaygısı taşımaz, sadece hissedilmek için oradadır.

Koku, manevî atmosferi etkiliyor

Almanya, Avusturya ve İsviçre’de beş tarihî mekânda yapılan bir çalışma, mekânda kullanılan malzemenin bedende bıraktığı tesiri ölçer. Ziyaretçilerin en fazla temas ettiği malzemeler, tuğla beton, deri ve ahşaptır. Ve mekân dokunulduğu şey ile soğuk, yumuşak, sert  “mesela tuğladan bir eser” gibi ifade edilmiştir. Bazı yerlerde görme hissi zayıflatılarak, dokunma hissi öne çıkarılmış. Çevreye uyumlu ahşap eserde kırılganlıkla ifade edilirken, iç mekânda ağaç kokusu hissedilmiş. Ve iç mekânda koku hissinin diğer hislerden öne çıktığı görülmüş. Çünkü; görme ve işitme duyusunun zayıflatılmasıyla insan, koku duyusuna yöneliyormuş. Bu da o anda kişinin sadece kendi inancı ve düşüncelerine odaklanmasını sağlıyormuş. Hepimizin “burada manevi ayrı bir hava” dediği durum aslında. Yani mekânın tasarımında hangi hislere ne kadar yer verildiği ya da bilerek yer verilmediği, oradan alınan manevî atmosfer vasıtasıyla ruha tesir ediyor.

Avrupa kokuyu parfümle keşfetti

Koku, mimarlıkta en fazla ihmal edilen histi. Zaten parfümün Avrupa’da ortaya çıkması, kötü kokulardandı. Öyle ki parfümleri mimarların yapması gerektiği bile söylenmiş. Herzog’a göre önemli olan bir parfümün kendisinden çok kokusuyla saklanan hatıralar. Aynı zamanda mimariyle ilgili hafızada saklanan hatıralar oluşmasında kokular da en az şekiller kadar etkili. Herzog şöyle devam ediyor: “Hafızamızda kalan mimarî mekânları şekilleriyle olduğu kadar kokularıyla da hatırlarız. Değerlendirmede önemli olan, onunla bağlantı kuran tecrübemizdir. Tıpkı bir müsabakada yenilen tarafın kazanan tarafla, mekânı farklı hatıralarla hatırlayacak olması gibi. Bir mekânın “aura”sını ve mimarinin algılanışını belirleyen şey, hislerdir.”

Yanlış koku bilgi çöplüğü kadar tehlikeli

Kokunun hafıza ile irtibatı doğrudandır, bir anlık koku sizi asırlar öncesine, mekânda zaman yolculuğuna çıkarabilirdi. Mesela, 1925 yılında doberman cinsi bir köpek, Güney Afrika çöllerinde iki hırsızı kokusundan takip ederek 160 km  iz sürmüştü. Bugün yanıbaşımızda kokan binalar var; nem, boya, tuvaletler, mezbahane, mutfak gibi… Gözümüzle görmez, dilimizle tatmayız; onlar sadece verileri toplar; beyin kalpten gelen bilgilerle bir değerlendirme yapar. İşte bu değerlendirme de beş hissimiz ne kadar iyi kullanılırsa sonuç o kadar sağlıklı olur. Yanlış koku, sizi bir çöplüğe götürebilir. Yanlış kokuyu takip etmenin internette yayılan yanlış bir paylaşımın peşinden sürüklenerek bilgi çöplüğüne düşmekten farkı yoktu.

Aldığımız ve verdiğimiz her nefesle, gittiğimiz her mekânda burnumuzun bir koku mimarı olduğunun farkında mıyız acaba? Her gün yola çıkarken bunu bir düşünün.

Kokunun en iyisi

Koku sürünmekten maksat; pahalı koku kullanmak değildir, bu rayihalardan hangisinin kendine uygun olduğunu anlamaktır.

Gıybet kokusu 20 dakikada hissedilir mi?

İnsan burnu bir kokuya 20 dakika içinde alışır. Yani o koku hissedilmemeye başlar. O yüzden “Biraz dur alışırsın”, diyenlere kulak veriyorsanız 20 dakika önce bulunduğunuz mekandan çıkmalısınız. Eğer bir mekana alışmak istiyorsanız en az 20 dakika orada kalmalısınız, mekanın manevî havası size sirayet edebilsin.

Yine yemeğin lezzetini tam almak istiyorsanız, yemeği 20 dakikaya yaymalı, sofrada kalmalısınız. Çünkü lezzet, koku ile tat hissinin birleşmesiyle unutulmaz, damakta yer eder. Özellikle kahvenin kırk yıl hatırı var, denilmesinin sebebi bu koku ve tat alma hissinin ortaklığından başka bir şey değildir. Çünkü, ruhunuza işlemiştir. Ya günümüzde, sosyal bir hastalık haline gelmiş gıybet kokusu neden duyulmaz oldu, daha doğrusu alışkanlık haline geldi. Tenbîhü’l- Gâfilîn’de bu durum şöyle izah edilir:

Câbir bin Abdullah (r.a.) naklediyor: Resûlullah (s.a.v.) zamanında kötü kokulu bir rüzgâr esti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Bazı münafıklar, Müslümanlara gıybet ettiler. Bu kötü kokunun sebebi işte budur.” buyurdular.

Hikmet ehli bir zâta, “Resûlullah (s.a.v.) zamanında gıybetin kötü kokusu ortaya çıkıyordu. Fakat günümüzde bu koku ortaya çıkmıyor. Bunun hikmeti nedir?” denildi. Şöyle cevap verdi: “Günümüzde gıybet o kadar çoğaldı ki, burunlar o kokularla doldu, artık kötü koku belli olmuyor. Bu şuna benzer: Derilerin işlendiği tabakhaneye ilk defa giren adam derilerin pis kokusundan orada duramaz. Hâlbuki oranın çalışanları, burunları o kokuyla dolup ona alıştığından bu kötü kokuyu hissetmezler, İşte günümüzde gıybet böyledir.”

En Yeniler

3 Yorum

  1. Tek kelimeyle ifade edim. Mükemmelsiniz.. Yüz yıllara meydan okuyan bir çınar gibi. Bütün yapraklarını canlı tutmaya çalışan. Ve çok derinlerden rahmeti alıp cömertçe taa tepelere taşıyan. Ve dökülen yapraklarıyla bile ahenkli duruş sergileyen..

  2. bu yazının hazırlanmasında emeği geçen ve okuyan tüm ümmeti Muhammed’e Cennet kokularını koklamak nasip olsun. amin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu