Bu başlığı okuyanlar yazımızı coğrafya, ekonomi ya da tarım yazısı zannetmesinler. Yaz aylarının bütün sıcaklığıyla devam ettiği bu günlerde ürünlerinin hasadıyla meşgul olan çiftçilerin yanında bir de öğrencilerin hasadı var. O da “eğitim, imtihan ve ders hasadı.”
Yine böyle bir yaz dönemindeydik. Karadeniz bölgesinin serin atmosferinde eğitim semineri yapıyorduk. Seminer sırasında dilimin döndüğünce verimli ders çalışma kaidelerini ve hedef belirlemenin ehemmiyetini eğitimciler, veliler, öğrencilerden oluşan bir grupla paylaşıyordum. Öğrencilerin seviyesine inmeye uğraşıyor, kendi okul hayatımdan misaller vererek mesajlarımı müşahhaslaştırmaya çalışıyordum. Anlattığım bilgilerin öğrencilerin akıllarında kalmasını temin için somutlaştırma yapmam gerekiyordu. Diğer arkadaşlarım da benim gibi anlattıklarını öğrencilerin zihninde canlandırmada zorlanıyorlardı. Günler öncesinden hazırlanıyor, misaller buluyor, semineri daha güncel hale getirmeye çalışıyorduk.
Bu seminerlerimden birine, o yıllarda eğitim hizmetleri veren bizim de tanıdığımız, Rahmetli Yunus Köse Bey de katılmıştı. Bizi sonuna kadar dinlemiş. Arkasından söz alarak “Bu mevzua benim de katkım olabilir mi?” diye sormuştu. Biz de “Tabi ki seviniriz.” dedik ve kürsüye davet ettik.
Olaylara ferasetle bakmak
Önce talebelere dönerek “Siz buğdayı bilir misiniz?” diye sordu. Öğrencilerin hepsi bu soruya şaşkın bir şekilde “Evet biliriz, buğdayı bilmeyen mi var?” dediler. Yunus Bey devam ederek “Peki, buğdayın macerasını bilir misiniz?” diye sordu. O zaman öğrenciler sustular. “Çocuklar, bakmak ayrı şeydir, görmek ayrı. Birçok insan etrafına bakar ama göremez. Şimdi size buğdayın macerasını anlatayım da buğdayın hayat hikayesi ile talebelik arasındaki benzerlikleri ve tahsilin ne kadar önemli olduğuna dair ipuçlarını siz bulun bakalım.” diyerek anlatmaya başladı.
Hasattan devşirilen eğitim mesajları
Gençler bir buğday tanesinin değeri var mıdır? Belki içinizden “Vardır.” diyenler çıkabilir ama birisine onu verseniz size karşılığında ne verir? Ama çiftçi o buğday tanesine değer verir, onu bereketlendirmek için toprağa eker ve üzerini örter. Kışın yağmur ve kar sonrasında buğday önce ıslanır, ardından çamura karışır; ama hiç sesini çıkarmaz. Kış bitip de bahar gelince buğday sevinçle başını topraktan çıkarır. Yeşerdiğini görünce; “kuruydum yeşillendim, adam oldum artık.” der. Ama çiftçiye göre, o yeşil bir başaktır ve daha bir değer kazanmamıştır. Diğer yeşilliğin içerisinde bir ot olmaktan farkı yoktur. Maceraya devam eder.
Günler geçtikçe büyür başak verir buğday. Başaklarda buğday taneleri bir iken 20 olur, 30 olur. Buğday “Çoğaldım, kıymetlendim.” diye düşünür. Ama çiftçiye göre, hala o bir avuç buğdağ olmaktan öteye gidememiştir. Değeri bir hükmü ifade etmediği için yoluna devam eder. Yaz başlar, güneş tepeden vurur, sapsarı altın gibi olur. Bu defa da renginin sarılığına aldanan buğday; “Altın gibi oldum. Herhalde şimdi kıymetlendim.” der. Altın gibi olmuştur; lakin altın değil. Kıymet kazanma yolunda macerasına devam eder.
Hasat mevsiminde tarlaya biçerdöverler, oraklarla çiftçiler girer. Sapla samanı ayırarak buğdayı çuvala doldururlar. Çiftçi için bu aşamada buğday bir değer olmuştur; fakat kendi başına buğday hala bir değer olamamıştır.
Yolculuğuna devam ederek oradan aynı hedef için uğraşan diğer buğdaylarla birlikte değirmene gelirler. Değirmen taşının arasında iyice ezilirler. Un ufak olurlar. Kiri pası, kepeği bir yere, nur gibi bembeyaz un olarak başka bir yere ayrılırlar. Buğday bu defa “nur gibi olduk, beklediğimiz değere nihayet kavuştuk” der. Heyhat henüz macera bitmemiştir, biraz daha sabretmesi gerekir.
Çuvallara doldurulan unlar, fırıncının yanına varır. Önce güzelce su, tuz… ile yoğrulup hamur haline gelirler. Oradan da ateşin içerisine girerler. Nar gibi pişen, pişip de olgunlaşan buğday, nihayet ekmek olarak fırından çıkar. Ancak hak ettiği değere ulaşamamıştır. Ne zaman ki insanların faydasına arz edilir, işte o zaman büyük kıymete ulaşır.
Evet, buğday uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra ekmek olmuş, kendince bir değere ulaşmıştır. Fakat buğday asıl değeri Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in mübarek dilinden almıştır. “Ekmeğe hürmet ediniz. Ekmek semavat ve arzın bereketindendir. Kim ki sofradaki ekmek kırıntısını yerse affolunur.”
O zaman dinlediğim bu hikâyeyi diğer bütün seminerlerimde öğrencilerle paylaştım. Bu hikaye zihinlerde somutlaştı ve daha manidar seminerler vermeme sebep oldu.
“Oldum” demekle değerli olunmuyor
Ne dersiniz buğdayın uzun ve meşakkatli macerası ile bir öğrencinin eğitim yolculuğu arasında benzerlikler var mıdır?
Eğitim de küçükken başlıyor. Buğday gibi zorluklar, sıkıntılar, badireler atlatıldıktan sonra netice alınabiliyor. Ama hedefi olan insanlar için bu merhalelerin olması dezavantaj değil tecrübemizi arttırmak ve kendimizi geliştirmek için birer fırsattır. Çünkü buğday bitki olduğu halde hedefine varan bir yolculuktan sonra Peygamberimiz’den iltifat gördüyse, zor bir yolculuktan sonra gösterilen hedefine varan insanoğlu da muhakkak daha fazlasını görecektir. Yolda düşüp kaybolan, bir değer olamadan zayi olan buğday misali akılda tutularak meseleyi sahiplenmek ve öylece Peygamberimiz’in iltifatına odaklanmak daha manidar olacaktır.