Parmaklarımın ucunda bir katran gibi tortulaşmış kelimeler, çıkmayı bekliyor. O kelimeler çıkmalı, bu hikaye anlatılmalı ve bir nebze de olsa vicdanım rahatlamalı.
Unutamıyorum kıymetli okuyucu! Karşı apartmanda oturan, sürekli kavga eden çiftin ve mütemadiyen ağlayan o çocuğun hikayesini. Bütün mahallelinin şikâyetçi olduğu ve hiç sevmediği o aileyi.
Adamdan korkardım. Kaba sabaydı. Gecenin bir saatinde telefonda bağıra çağıra bir şeyler anlatırdı. Kelimeler, onun ağzında adeta can çekişirdi. Onun bu hali, bizi korkuya iterdi. Yaz sıcağı yahut bu gürültü arasında tercih yapmamız gerekirdi.
Eşi ise tam tersi. Yağmurdan sonra penceredeki buhara parmak uçlarımızla çizdiğimiz tüm o yazılar gibi solgundu. Perdeler günün her saati kapalıydı. Hiç konuştuğunu yahut güldüğünü yahut varlığını anlayabileceğimiz ufacık bir harekette bulunduğunu görmedim.
Bütün bu karmaşa bir yana, o evde bir de kıvır kıvır saçları olan, güldü mü iki yanağında güneş parlayan 4 yaşlarında bir çocuk vardı. Küçücük balkonda, neşeli seslerle cıvıldardı. Annesi fark etti mi içeri alır ama o bir aralık bulur, yine balkona çıkardı. Ah bir de ağladı mı, sesi bütün sokakta yankılanırdı. Çamaşır asarken veya gürültüden pencereyi kapatırken görürdüm çocuğu. Seslendim birkaç kez. Gülümsedi ve anlayamadığım bir şeyler söyledi. “Adın ne?” diye sordum defalarca. Bir türlü öğrenemedim. Annesi, çocuğu hiç adıyla çağırmadı. Adam hiç adıyla eşini çağırmadı. Acaba bir adları var mıydı, diye düşünürdüm hep.
Bir zaman geldi, evdeki gürültü kesildi. Mahalleli hemen fark etti. “Herhalde sonunda akıllandılar.” deyip herkes hayatına devam etti.
Fakat ev sahibi, uzunca müddet ses çıkmayınca açmış kapıyı girmiş içeri ve görmüş olan biteni. Ne kadın varmış, ne adam, ne çocuk. Hepsi bir gecede gitmişler. Sadece birkaç parça eşya almışlar yanlarına. Her şey ama her şey öylece duruyormuş evin her bir tarafında. Koltuklar, halılar ve hatta dolaptaki tabaklar. Meğer adam işsizmiş, kira kaç aydır ödenmemiş.
Ev sahibi şaşkın ve aslında çokça kederli anlatmış, olan biteni mahalleliye. “Evde bir lokma yiyecek yoktu. İyice baktım ocağa. Ne bir damla yağ lekesi vardı ne de kullanıldığına dair ufacık bir belirti. Belki de o evde günlerce bir lokma yemek pişmedi.”
Mahalleli yine de gelmemiş insafa, başlamışlar konuşmaya. Kimisi, “E, o zaman zor durumda olduklarını deselerdi.” demiş. Kimisi, “Eşyalarını satsalarmış, hem borçlarını da öderlerdi.” demiş. Kimisi, “Gitmeselermiş! Adam çalışsaymış o vakit.” demiş. Hiç kimse çıkıp da “Acaba şimdi nerededirler?” ve “Ne yapıyorlardır?” dememiş. Kimse koyup elini vicdanına, “Çalsaydık keşke kapılarını ve tanısaydık onları. Bölüşseydik aşımızı ve bittabii acımızı” dememiş. Herkes bir hışım örtmüş kapısını.
Komşuluk da, bir başına kalakalmış sokak ortasında. Cılız sokak lambasının ışığında gördüm, kaldırıma çökmüş komşuluğu. Tek nefeste indim apartmanın soğuk ve loş merdivenlerini. Fakat ne çare! Koşsam da yetişemedim komşuluğa.
Güneş yüzlü çocuk, kadın, kaba adam… Ve önyargılara sahip mahalleli.
Yeni kiracılar var şimdi. Adam sakin, kadın konuşkan ve çocuk neşeli. Onun da yüzü gülünce parlıyor. Fakat o kadar karanlık değil ya evleri, o yüzden güneş yanaklı değil sanki.
Ve mahalleli, çoktan unuttular isimsiz kiracıları.
Bana gelince, ben de yazdım bütün bu olanları.
En azından başka şehirlerde başka mahallerde komşuluk, önyargılara ve apartman aralarına sıkışıp kalmasın diye yazdım. Vicdanım için…