Hüzün Çöktü Bahçeme
Bir akraba merasiminde, kendisinden tazimle bahsedildiğini duymuştum. Asker emeklisi olduğunu bildiğim bu tanıdık, yıllar önce vahim bir kaza geçirmiş. Uzun boylu, kırlaşmış saçları, askerlere has o dik duruşu ve vakurane tavırlarıyla zaten dikkatleri üzerine çekiyordu. Yüzünde tecrübenin ve hüznün izleri vardı.
40 yılı aşkın, askerlik vazifesinde bulunmuş. “Kim bilir ne kadar çok şey görmüş, geçirmiştir” diye düşünüyordum. Tam içimden geçirdiğim bu sözleri duymuş olacak ki, buna mukabil orada bulunanlara, çokça zikredilen bu hadiseyi anlatmak istedi. Biraz o tarafa yanaşıp tane tane anlattığı hadiseyi dinledim.
“Bir aralık günüydü. Yıllar önce sisli bir aralık günü öğrendim hayatın sırrını. Bu olayı size anlatmayı bir borç bilirim. Zira insan yaşarken sevdiklerinin kıymetini, onları görmenin, muhabbetin değerini anlayamıyor. Yaşarken geçirdiği günlerin faydalı işlerle mi, yoksa boşa geçirilmiş vakit mi olduğunu pek önemsemiyor. Ama ölümle burun buruna geldiğinde, fani olduğunu bu kadar yakından hissettiğinde, artık insanın öncelikleri değişiyor. Ben de hayatımın sırrını tam burada, ölümle hayatta kalmanın bu kadar gerçek ve yakından olduğunu hissettiğim anda öğrendim.”
Burada biraz bekledi. Gözleri duvardaki ince çıkıntıya daldı. Üşür gibi bir hal beliriverdi. Eliyle kollarını ısıtırcasına sıvazladı. Ne zaman bu hadiseyi anlatacak olsa kendisinde bu hal beliriverirmiş. Tekrar tekrar yaşıyor gibi olurmuş. Ankaralı, üç çocuklu bir ailenin ikinci çocuğuymuş. Ankara’da eğitimden sonra, Anadolu’nun farklı şehirlerinde devam eden uzun bir hizmet hayatı olmuş. Kısa zaman sonra kendini toplayıp anlatmaya devam etti.
“Askerlik hayatım boyunca yaşadığım ve bana tecrübe kazandıran o kadar çok olay var ki. Hatta her olay bana hayatın farklı bir yüzünü, farklı bir sırrını gösterdi. Ama bunlardan bende tesiri en çok olan, şimdi anlatacağım hadisedir.
“Soğuğu sert, insanı mert bir Anadolu şehrinde, kara kuvvetlerinde görev yapıyordum. Aynı yerde hava kuvvetlerinde bulunan pilot bir arkadaşım vardı. Liseden tanıdığım eski bir arkadaşımdı. O gün saat 13.30 da helikopterle kalkış yapması gerekiyordu. Beni de aldı ve toplam 7 kişi helikoptere bindik. Yaklaşık 45 km’lik bir mesafeyi uçup kışlaya inecektik. Başarılı bir kalkış yaptı ve havalandık. Başta her şey normal ilerliyordu. Fakat sonra sis, her yeri kapladı. Sisten hiçbir şey görünmüyor, dağlar ve tepeler belli bir mesafeye gelince ancak seçilebiliyordu. Ayrıca hava çok soğuktu.
“Pilot, sisten zor görüyordu. O sırada içime bir korku düştü. Ruhum daralmaya başladı ve bir üşüme peyda oldu. Dişlerim birbirine öylesine kuvvetli vuruyordu ki, çeneme hâkim olamıyordum. Helikopterin camından hiçbir şey görünmüyor, ne tarafta olduğumuzu seçemiyorduk.
“O sırada çok şiddetli bir ses duyuldu ve dağa çarptık. O kadar anlık bir sesti ki, ani bir şimşek çakması ve bir çığlık gibiydi. Çarpmanın etkisiyle bilincimizi kaybetmiş ve yere çakılmışız. Hatırladığım, sadece arkadaşlarımın sesleriydi. Sonra bir sessizlik oldu, kulağımda bir uğultu ve gözlerim kapandı. En son üşüdüğümü hatırlıyorum. Ama çok üşüdüğümü…”
Anlatırken yer yer ürperiyor ve ses tonunda titremeler oluyordu. Normal şartlarda helikopter bir dağa çarptığı zaman patlaması gerekirmiş. Ama helikopter dağa çarpınca aküler dışarı fırlamış ve patlamaktan kurtulmuş. Çarpmanın etkisiyle yere çakılmış.
“Çok kısa bir süreydi. Ama bir anda zihnimde ne kadar çok şeyin tahayyül ettiğini bilemezsiniz. Hani tüm ömrün bir rüya gibi hızlıca gözünün önünden akar gider ya, öyle bir hal oldu o an bende.
“Geçekten yaşayabildim mi diye düşündüm. Yeşil tepeler ardına gizlenmiş, üzüm bağlarıyla bezenmiş köyüm geldi aklıma. Asma yapraklarını aralayıp dalından yediğim kara üzümler. Pınarından içtiğim su, yeşil ışıklı minareden okunan ezan, cami kenarında oturan büyükler, sokağında oynayan köy çocukları. Hayatımın sonuna mı geldim? Şimdi ne olacak? Sevdiklerimle yeterince vakit geçirdim mi? Hasretini çektiklerimle özlem giderdim mi? Küslüklerim bitti mi? Annem babam şimdi ne haldedir? Ölürsem ne yaparlar? Ölürsem ne yaparım?
Tüm bu düşünceler öylesine kısa bir süre içinde zihnimde cereyan etti ki, düşünmem ve yere çakılmamız bir oldu.
“Sonrasını hatırlayamıyorum. Bizi başta bulamamışlar. Bir köyün yakınına düşmüşüz. Köylüler bulup, karakola haber vermişler. Gözümü açtığımda hastanedeydim. Askeri hastaneden buraya sevk etmişler. Vücudumu oynatamıyordum. Ama yaşıyor olduğuma ne kadar şükrettiğimi bilemezsiniz. Korkum, ölümden değil, dolu dolu geçiremediğimi düşündüğüm günlerimdendi. Heybemdeki iyiliklerimin ağırlığı, yarın hak vaki olduğunda günahlarımdan ağır basmaz ise ne yaparım diye korktuğumdandı. Kol, bacak ve kafatasımda kırıklar varmış. Bu hastanede kafatasıma müdahale ettikten sonra 72 saat gözetim altında tutmuşlar.
“Sonra Ankara’ya sevk etmişler. Ankara’da gözümü açtığımda yanı başımda gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüş annem ve üzüntüden yüzü, bedeni çökmüş babam vardı. Helikopterin düştüğünü televizyondaki haberlerden öğrenmişler. İsmimi duyunca çok korkmuşlar. Öldüğümü sanmışlar. Annem ve babam öyle bir haldelerdi ki, görünce ben de onların halinden korkup endişelendim.
“Benimle beraber 4 arkadaşımın ağır yaralı olduğunu öğrendim. Hemen lise arkadaşım olan pilotu sordum. Sessizlik çöktü hastane odasının içine. Kimse bir şey diyemedi. İnsanı boğan bir suskunluktu bu. Nasıl bir acı, tarif edemem. Anne babasının yüreğine düşmüştü o ateş. Helikopteri, o kullanıyordu. Sabahında beraber vakit geçirdiğin insan… ‘Ben de ölebilirdim’ diye düşündüm. Diyeceğim o ki; bir saniye sonrasına dahi garantimiz yokken, yaşadığımız her saniyeyi dolu dolu geçirmeliyiz.
“Sonra ne mi oldu? Hastanede yaklaşık üç aylık bir tedavi gördüm. Bacaklarımdaki kırıklardan dolayı yürüyemiyordum. İki yıla yakın da fizik tedavi gördüm. O iki yıl, ne bahar vardı benim için ne de yaz.
“Ayağıma geçirilmiş metal aparatlarla her gün milim milim bacaklarımı hareket ettirmeye çalışıyordum. O dönem beni psikolojik olarak çok sarsan bir dönemdi. ‘Hayat bu işte’ dedim. ‘Bu bacaklar bir zaman koşar adım çıkardı dağların eteğinden, şimdi milim milim zorla yürüyor.’
“Ölen arkadaşlarım, hareket edemeyen bacaklarım, tutmayan kollarım. Bir hüzün çöktü bahçeme, kırağı vurdu çiçeklerimi. Annem yemeklerimi yedirdikçe fark ettim ki ben o zamana kadar bir kolun dahi kıymetini bilememişim. Kaşık, çatal tutan şu eller, o ana dek hiç değerli olmamış benim için. Hiç şükretmemişim, bu denli sağlığıma.
Şimdi, her saniyemin değerini bilmeye çalışıyorum. Bana bahşedilen ömrü, fani olduğumu bilerek faydalı işlerle severek ve sevilerek geçirmeye çalışıyorum.
“Şimdi her saniyemin değerini bilmeye çalışıyorum. Bana bahşedilen ömrü, fani olduğumu bilerek faydalı işlerle severek ve sevilerek geçirmeye çalışıyorum. Benim için hayatın sırrı: ‘Evvela kıymetini bilmektir. Aldığın nefesin, sevdiklerinin, sağlığın, vaktin kıymetini bilmektir.’ Şimdi bir oğlum var. Henüz 5 yaşında ama ona öğrettiğim ilk şey bu. Hayatın, sevdiklerinin, sağlığının, yanında olanların kıymetini bilmesi.”
Her insanın hayatı bir başkasına hikayedir. Kimse hikayesinin devamında neler yaşayacağını bilemez. Hikaye nerede başlar, nerede biter? O da bilinmez. Gün olur, dinler, hayret edersin. Gün olur, yaşar, ah edersin. Bu kıssalardan maksat hisseye nail olmaktır. Sevdiklerinizle muhabbetiniz daim, sağlığınız baki, keyfiyetiniz ziyade olsun. Kıymet vereceğiniz ve kıymetini bileceğiniz bir ömrünüz olsun…