Araştırma

İnsanlığın Sessiz Sınavı “Ayrımcılık”

Ayrımcılık gerçekten doğuştan mı gelir, yoksa çevremizden mi öğreniriz? Toplumun bize sunduğu kalıplar, bilincimize ne kadar derinden işler? Farklılıklarla iç içe büyümek, empati ve hoşgörü kapılarını aralayabilir mi? Yoksa homojen bir ortamda yetişmek, bizi önyargıların esiri mi yapar?

Çoğu yanlış davranışın temelinde önyargı, üzerine düşünmeden kabul edilen kalıplar ve bazen çıkar ilişkileri yatar. Nefret söylemi, şiddet ve kayırmacılık, bu durumun görünür sonuçlarıdır. Yalnızca bireyleri değil, toplumu da derinden etkileyen bu gerçek, hepimizi daha adil bir düzen için önyargılarımızla yüzleşmeye davet eder.

Günümüzde ayrımcılığın biçimi değişse de özü aynı kaldı. Eskiden açıkça gördüğümüz olaylar, günümüzde yerini espriyle karışık bir küçümsemeye, sessiz kayırmacılıklara bıraktı. İnsanlar hâlâ dili, etnik kökeni, göçmenlik durumu, kıyafeti, cinsiyeti, fiziksel özellikleri vb. farklılıkları yüzünden yaftalanıyor, dışlanıyor. Sokakta bir bakışla, sosyal medyada bir yorumla, okulda bir öğretmenin sözünde ya da iş yerindeki bir terfi kararında kendini gösteren bu tür tutumlar, artık sadece insanlar arasında değil, sistemlerin içinde karşımıza çıkıyor.

Bu görünmez dışlama biçimleri, hayatın en sıradan anlarında bile etkisini göstererek insanlara derin izler bırakabiliyor. Fark edilmeden içselleşen bu önyargılar, çocuklar gibi savunmasız insanların dünyasında daha da güçlü hissediliyor. Tam da bu noktada, bu durumun etkilerini sadece dışsal bir olgu değil, içsel bir deneyim olarak düşünmek gerekiyor.

Henüz dokuz yaşında bir çocuk, dışlanma gibi bir durumu yalnızca yaşamakla kalmayıp, onu derinden hissetseydi ne olurdu? İçinde bir şeyler mi kopardı, yoksa yepyeni bir bilinç mi filizlenirdi? Bu soruların yankısını tarihte bulmak mümkün; “Jane Elliott Deneyi”, bu sorgulamaların cevabını arayan çarpıcı bir örnek.

Jane Elliott Deneyi

1968 yılında ABD’de siyahilerin beyazlarla eşit haklara sahip olması için mücadele veren bir aktivist, suikaste kurban gitti. Bu olay, toplumsal yapının derinlerine kök salmış olan ırkçılığın ne kadar yıkıcı ve sarsıcı etkiler doğurabileceğini bir kez daha gözler önüne serdi.

Olayın ertesi günü, Iowa eyaletinin Riceville kentinde yaşayan bir ilkokul öğretmeni Jane Elliott, sınıfına girdiğinde artık bir şeylerin değişmesi gerektiğine karar vermişti. Elliott, öğrencilerine ayrımcılığın ne olduğunu sadece anlatmakla yetinmeyecek; onlara bunu yaşatarak öğretecekti. Çünkü bazı şeyler sadece anlatıldığında değil, hissedildiğinde daha kalıcı olurdu. Böylece bir eğitim deneyine dönüştüreceği sosyal bir uygulamaya başlamış oldu.

3. sınıf öğrencilerinden oluşan sınıfını bir sabah iki gruba ayırdı: Mavi gözlüler ve kahverengi gözlüler. Hiçbir çocuk grubu üzerine düşünmedi çünkü ayrımın temeli biyolojikti. Tıpkı ten rengimiz gibi. Ayrımcılığın rastlantısallığı, bu deneyin özünde yatan gerçeğin ta kendisiydi.

Deneyin ilk günü

Elliott, ilk gün kahverengi gözlü öğrencilere, mavi gözlülerden genetik olarak üstün olduklarını söyledi. Kollarına birer bant taktı. Kahverengi gözlüler, oyun alanlarında ayrıcalıklara sahip oldular ve öğle yemeklerinde ikinci porsiyonu yemelerine izin verildi.

Mavi gözlü çocuklara karşı ötekileştirici tutumlar sergilendi; yalnızca karton bardaklardan su içmelerine izin verildi ve ödev yapmalarına gerek olmadığı söylendi. Çünkü nasıl olsa öğrendiklerini hemen unutacakları, yeterince zeki olmadıkları ve tembel oldukları öne sürülüyordu. Bu tarz söylem ve uygulamalar kahverengi gözlü öğrencilerin, mavi gözlülere karşı mesafeli bir tutum geliştirmelerine neden oldu.

Üstünlük duygularıyla kahverengi gözlülerin özgüveni ve derse katılımları arttı. Buna karşın mavi gözlü çocuklar hatalar yapmaya; çekingen, depresif davranışlar göstermeye başladı. Çalışma istekleri azaldı, sınıftaki heyecanları da düştü. Öncesinde çok iyi arkadaş olan çocuklar bile birbirlerinden uzaklaşmaya başladı.

Ertesi gün roller değişti

Sonraki gün öğretmen Jane Elliott, derse bir hata yaptığını söyleyerek başladı. Ardından aslında mavi gözlülerin daha üstün olduğunu açıkladı. Bu argümanının bilimsel temellere dayanıyormuş izlenimi verdi.

Kol bantları bu sefer mavi gözlülerin kollarındaydı.  Mavi gözlü öğrenciler aynı ayrımcı davranışları göstermeye başladı. Kendilerini üstün gördüler ancak dikkat çekici bir fark vardı. Mavi gözlüler, daha önce ayrımcılığın acısını yaşadıkları için kahverengi gözlülere karşı daha anlayışlıydı. Bu durum, ayrımcılığın bir tür empati oluşturabileceğini ama her zaman yeterli olamayabileceğini gösteriyordu.

Deneyin sonuçları çok çarpıcıydı:

6Üstün olarak etiketlenen çocuklar, kısa sürede daha özgüvenli ve baskın davranmaya başladı.

6 Ayrımcılığa uğrayan çocuklar ise özgüven kaybına uğradı, başarısız oldu ve depresif tavırlar gösterdi.

6 Gruplar arasında sosyal ilişkiler hızla bozuldu. Ötekileştirme, sadece öğretmenin yönlendirmesiyle dakikalar içinde yeniden yapılandırıldı. (Deneyi izleyenler, çocukların bu rolleri böylesine hızlı ve içtenlikle benimsemelerine şaşırdı.)

Empati mi, güç mü?

Jane Elliott Deneyi, ayrımcılığın ne kadar hızlı bir şekilde kırıcı yaralar açabileceğini açıkça gösterdi. Mavi gözlü öğrencilerin, kendilerine tanınan ayrıcalıklara rağmen kahverengi gözlülere karşı daha anlayışlı olmaları, ayrımcılığa uğrayan bireylerin, benzer bir acıyı başkalarına yaşatmaktan çekinebildiklerini gösteriyordu. Çünkü o acının ne olduğunu biliyorlardı. Ancak her bireyin aynı empatik tepkiyi vereceğini varsaymak da yanıltıcı olabilir. Zira bazı kişiler, ezilmişliklerinin hıncını başkalarını ezerek almaya çalışır.

Empati, yalnızca deneyimle değil; bilinçle, eğitimle, değerlerle beslenmelidir. Jane Elliott çocuklara yalnızca ayrımcılığın ne olduğunu değil, nasıl üretildiğini de gösterdi. Çünkü değişimin ilk adımı, mekanizmayı görmekle başlar. Bu deneyin üzerinden onlarca yıl geçti. Ancak dünya hâlâ ötekileştirmenin, kutuplaşmanın, ayrımcılığın ötesine geçemedi.

Hepimiz aynı yerden geliyoruz, insanlığın ortak toprağından. Aynı nefesi alıyor, aynı dünyayı paylaşıyoruz. Günün sonunda hepimiz aynı yere döneceğiz ve gömüleceğiz. Dünyada kurduğumuz üstünlükler, öteki tarafta geçerli olmayacak. Orada kimsenin göz rengine, tenine, kimliğine bakılmayacak. Bize yalnızca bu dünyada neyi ne için, kim için yaptığımız sorulacak.

İnsanın en büyük sınavı, elindeki güçle ne yaptığıdır. Belki de en büyük erdem, kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapmamaktır. Ayrımcılık, doğuştan gelen bir özellik değil, öğrenilen bir davranıştır. İnsanların, kendilerine verilen rolü ve tutumu ne kadar hızlı benimseyip davranışlarına yansıttığını görmek, ayrımcılığın ne kadar kolay yayıldığını ve ne denli derin yaralar açtığını anlamamızı sağlıyor.

Bu yüzden, ayrımcılık özelinde diğer bütün kötü davranışlarla mücadele etmek için öncelikle onun kaynağını iyi bilmek, kendi önyargılarımızla yüzleşmek ve çevremize bunu yaymamak gerekiyor. Çünkü değişim, önce bizde başlıyor. Unutmayalım: Gözlerimiz, farklı renklerde olabilir ama gözyaşlarımız aynı tondadır.

İnsanlığın sessiz sınavı

Ayrımcılık, sadece gözle görülen bir şey değildir. En acı vereni, sistemli ve sessizce işleyenidir. Bazen bu adaletsizlik, bir çocuğun sessiz kalışında, bir annenin çaresiz bekleyişinde, bir gencin elenmiş dilekçesinde saklıdır. Sadece kendimizi değil, o çocukları da düşünmeyi öğrenmeliyiz. Çünkü bu dünya, sadece bizim değil, hepimizin vicdan sınavı.

Ayrımcılığı durdurmanın yolu, büyük hamlelerden değil, küçük farkındalıklardan geçer. Ve bazen en doğru adım, başkasına yapılanı kendine yapılmış gibi hissedebilmektir.

En Yeniler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu