
Kazlıçeşme’de Dört Nefes
Surların dibindeki eski bankta otururken, akşamın hüznü yavaşça çöküyor şehrin üstüne. Üsküdar’dan yükselen akşam ezanının sesi, dalga dalga yayılıyor Marmara’nın üzerinde. Az önce geçen Marmaray’ın yeraltından gelen uğultusu henüz dinmemişken martıların çığlıkları eşlik ediyor ezana. Karşımda, asırların yorgunluğunu taşıyan tarihi çeşme, gün batımının son ışıklarıyla kızıla çalan bir renge bürünmüş. Surların yosun tutmuş taşları arasından süzülen ışık, sanki geçmişten gelen fısıltıları taşıyor kulaklarıma.
Gözlerimi kapayıp derin bir nefes alıyorum. Denizden gelen tuzlu hava, burnuma çarpıyor. Bir zamanlar burada işlenen derilerin keskin kokusu sinmiş olmalı bu rüzgâra. Kim bilir kaç bin insan geçti bu yollardan, kaç bin hikaye yazıldı bu taşlara? Elimi, yanımdaki surların soğuk taşlarında gezdirirken her bir dokunuşta farklı bir asra yolculuk yapıyor gibiyim. Zaman tünelinin kapısında duruyorum şimdi; ardında yüzyılların birikmiş hikayeleri var.
Birinci Nefes: Bizans’ın Gölgesinde
Bizans’ın son dönemlerinde, İstanbul’un en hareketli giriş kapılarından biriydi burası. Rivayete göre, çeşmenin yapılış hikayesi de oldukça ilginç. Çeşme, İmparator III. Andronikos döneminde (1328-1341), şehre gelen kervanların ve yolcuların dinlenme ihtiyacını karşılamak için inşa edilmiş.
İmparatorluğun son yıllarında, Latin istilası sonrası toparlanmaya çalışan şehrin önemli noktalarından biriydi Kazlıçeşme. Theodosios Surları’nın hemen dışında kalan bu bölge, şehre giriş yapan tüccarların ilk durağıydı. Kervanlar burada mola verir, hayvanlar sulanır, yolcular dinlenirdi. O dönemde çeşmenin etrafında küçük hanlar ve dükkânlar bulunurdu. Bizans’ın son günlerinde bile burası canlılığını koruyordu.
Bizans döneminde, surların hemen dışındaki bu bölge, şehrin nefes aldığı yerlerden biriydi. Denize yakın konumu ve verimli toprakları, küçük bahçelerin ve bostanların kurulmasına imkân veriyordu. Sabah çiğiyle ıslanan topraktan yükselen buğu, surların üzerinde asılı kalırdı. Balıkçılar, teknelerini kıyıya çekerken, bahçıvanlar da günlük işlerine koyulurdu.
Fetih yaklaşırken bölge, bambaşka bir kimliğe büründü. Osmanlı ordusunun çadırları kuruldu bu düzlüklere. Topların gürültüsü, kuşların kanat çırpışlarını bastırdı.
Gözlerimi kapayıp derin bir nefes alıyorum. Denizden gelen tuzlu hava, burnuma çarpıyor. Kim bilir kaç bin insan geçti bu yollardan, kaç bin hikaye yazıldı bu taşlara?
İkinci Nefes: Fetih ve Yeni Kimlik
Surların dibinde, asırlık taşların arasından sızan nemli toprak kokusu, tarihin derinliklerinden gelen bir fısıltı gibi. Meşhur tarihçi Kömürciyan’ın anlattığına göre, bir kazın, toprağı eşelemesiyle başlamış her şey. O kuşun, gagasıyla eşelediği yerden bir pınar çıkmış. Halk da burayı kazıp bir çeşme yapmış. Başka bir rivayetse bizi, fetih günlerine götürüyor: Fatih Sultan Mehmed Han’ın askerleri, kazların bu bölgeye sürekli inip kalkmasından, burada bir su kaynağı olduğunu anlamış ve ordunun su ihtiyacını buradan karşılamışlar.
Nihayet, fethin ardından, yeni bir dönem başladı Kazlıçeşme’de. Fatih Sultan Mehmed Han’ın, şehri yeniden yapılandırma planında, burası önemli bir yer tutuyordu. Sultan’ın emriyle ilk debbağ ustaları Anadolu’nun çeşitli şehirlerinden getirildi. Özellikle Konya, Kayseri ve Tokat’tan gelen ustalar, yanlarında getirdikleri sanatlarıyla bölgeye yeni bir ruh kattılar. Bu ustalar, memleketlerinin deri işleme tekniklerini de beraberlerinde getirmişti. Böylece Kazlıçeşme, kısa sürede Osmanlı’nın en önemli deri işleme merkezlerinden biri hâline geldi.
Bölgeye yerleşen ilk Müslüman ailelerle birlikte, manevi hayat da şekillenmeye başladı. Bu bölgede, medrese ve camiler inşa edildi. Debbağ ustalarının piri kabul edilen Ahi Evran’ın manevi hatırasına hürmeten bir de zaviye kurulmuştu. Cuma namazlarında debbağ ustaları, kalfalar ve çıraklar, burada buluşur, hem ibadetlerini yapar hem de mesleğin inceliklerini konuşurlardı.
Zamanla çeşmenin etrafında yeni çeşmeler, sebiller yapıldı. Her birinin üzerinde ayrı bir vakıf mührü, ayrı bir hayır sahibinin ismi vardı. Debbağ ustaları da kendi aralarında bir lonca kurmuş, hem sanatlarını hem de bölgenin düzenini korumaya çalışıyorlardı. Her ustanın dükkânının önünde asılı olan levhada “Ya Hazret-i Ahi Evran” yazısı, mesleğin kutsallığını hatırlatıyordu çalışanlara.
Üçüncü Nefes: Sanayi ve Emek
19. yüzyılın sonlarına kadar Kazlıçeşme’de hayat, sabah ezanıyla başlardı. Debbağ ustaları, dükkânlarını açmadan önce abdestlerini alır, sabah namazlarını kılarlardı. Her ustanın yanında en az iki çırak, üç kalfa bulunurdu. Çıraklık, sadece bir meslek öğrenme değil, aynı zamanda bir terbiye mektebiydi. Ustalar, çıraklarına mesleğin inceliklerini öğretirken hayatın sırlarını da fısıldarlardı kulaklarına: “Oğul,” derdi yaşlı ustalar, “önce edep, sonra meslek öğrenilir.”
Bölgenin kendine has bir sosyal düzeni vardı. İkindi vakti işçiler, Merzifonlu Camii’nin avlusundaki çınarın altında toplanır, ustalar gençlere hikayeler anlatırdı. Çaylar, semaverde demlenir, sohbetler, gün batımına kadar sürerdi. Mahalle kahvehanelerinde sadece kahve içilmez, aynı zamanda mesleğin püf noktaları, pazarlıklar, alışverişler de konuşulurdu. Her kahvehanenin gediklileri, her köşenin müdavimleri belliydi.
Ramazân-ı Şerîf ayı geldiğinde ise Kazlıçeşme, bambaşka bir kimliğe bürünürdü. İftar saati yaklaşırken tüm dükkânlar erkenden kapanır, herkes evine çekilirdi. İftar sonrası ise mahalle yeniden canlanır, teravih namazına kadar sokaklar dolup taşardı. Özellikle Ramazân-ı Şerîf’in son on günü, Merzifonlu Camii’nde yapılan hatim duaları, bütün esnafı bir araya getirirdi.
Yerimden kalkarken, son bir kez daha bakıyorum çeşmeye. Üzerindeki kaz kabartmaları, sanki asırların ötesinden göz kırpıyor. Bu semtin ruhu, değişimin rüzgârlarına rağmen dimdik ayakta.
Dördüncü Nefes: Değişimin Rüzgârı
“Ah evladım,” diyor 83 yaşındaki Hacı Mehmet usta, gözleri nemli nemli, “Bir zamanlar, bu sokaklar deri kokardı, şimdi parfüm kokuyor.” Eski ustaların anlattığına göre, fabrikaların taşınması sadece bir mekân değişikliği değil, asırlık bir geleneğin de göçü olmuş. “Bizim zamanımızda,” diye devam ediyor, “her sabah besmeleyle açardık dükkânı. Çırağımıza meslek öğretirken önce kalp terbiyesi verirdik.”
Bugün Kazlıçeşme’de kültürel bir değişim rüzgârı esiyor. Eski deri atölyeleri, modern sanat galerilerine, müzelere dönüşüyor. Bir zamanlar deri işçilerinin ter döktüğü yapılarda şimdi sergiler açılıyor. Ancak dikkatle bakınca, eski izler hâlâ görünüyor: Duvarlardaki is lekeleri, taş yapıların üzerindeki ustalardan kalma işaretler, eski günlerin sessiz tanıkları gibi.
Şimdi ve Burada
Akşamın son ışıkları çekilirken surların dibindeki bankta oturmaya devam ediyorum. Yatsı ezanı yankılanıyor semada. Kazlıçeşme’nin üzerinde asırların ağırlığı var. Her taşında bir hikaye, her köşesinde bir hatıra… Marmaray’ın modern vagonları yeraltından geçerken, üstte yüzyılların izlerini taşıyan surlar, sessiz şahitler gibi yükseliyor.
Gözlerimi kapayıp derin bir nefes alıyorum. Bir yanda çağın hızlı ritmi, diğer yanda tarihin ağır aksak temposu… Kazlıçeşme, bu iki zamanı ustaca harmanlıyor sanki. Eski ustaların duaları hâlâ yankılanıyor bu sokaklarda. Çırakların çekiç sesleri, kalfaların nameleri, ustaların öğütleri… Hepsi, bu akşam vaktinde bir film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden.
Yerimden kalkarken, son bir kez daha bakıyorum çeşmeye. Üzerindeki kaz kabartmalası, sanki asırların ötesinden göz kırpıyor. Bu semtin ruhu, değişimin rüzgârlarına rağmen dimdik ayakta. Çünkü Kazlıçeşme sadece bir semt değil, bir medeniyetin, bir geleneğin, bir inancın, yaşayan şahidi. Ve ben biliyorum ki bu taşlar konuşmaya, bu sokaklar hikayeler anlatmaya devam edecek, kulak verip dinlemesini bilene…
Yatsı ezanının son nidaları semada yankılanırken, adımlarımı eve doğru çeviriyorum. Arkamda bıraktığım sadece bir semt değil; asırların birikmiş hikmeti, ustaların el emeği, çırakların göz nuru… Ve bütün bunların üzerinde, zamanın durdurulamaz akışına rağmen değişmeyen bir hakikat var: Her değişimin içinde bile kendini koruyan bir ruh, Kazlıçeşme’de; tıpkı surların arasından süzülen ezan sesi gibi, tarihin ötesinde ve zamanın sınırlarını aşan…