DenemeTarih

Kendini Bilen Yenilenir, Kendini Unutan Dönüşür

Köklerden beslenen her yenilik, esasında bir yenilenmedir. Fakat köklerinden kopan her değişim, yalnızca bir dönüşümden ibarettir.

Bazen etrafımızdaki dünyanın hızla değiştiğini fark ederiz. Yeni teknolojiler yükselir, farklı kültürler birbirine karışır, dünya durmaksızın yeniden şekillenir. Bizler de bu dönüşümün bir parçası oluruz, farkında olmadan. Yalnız, burada hayatî bir soru bizi bekler: Değişimin rüzgârına kapılıp dönüşüyor muyuz, yoksa bu değişimi, özümüzü kaybetmeden bir yenilenmeye mi dönüştürüyoruz? Bu soruya doğru bir cevap bulmak, kim olduğumuzu hatırlamak, özümüzü kaybetmeden büyüyebilmek demektir. Çünkü köklerden beslenen her yenilik, esasında bir yenilenmedir. Fakat köklerinden kopan her değişim, yalnızca bir dönüşümden ibarettir.

Hayal edin bir; savaş alanındasınız, elinizde son model silah yerine eski bir kılıç var. Kılıç güzel tabii, tarih kokuyor, bir ağırlığı ve gururu da taşıyor. Ama karşınızda makineli tüfeklerle donanmış bir ordu duruyor. Böyle bir durumda, kılıçla mücadeleye devam etmek ne kadar mantıklı? Değil, tabii ki. Çünkü devir değişti, teknoloji ilerledi ve artık başka bir savaş sanatı, farklı araçlar gerekiyor. İşte yenilenme de tam olarak böyle bir şey; bazen devrin gereklerine ayak uydurmazsak ayakta kalamayız.

Bu durum sadece savaş sahasında değil, birçok başka alanda da karşımıza çıkar. Hatırlayalım, bir zamanlar mektup yazmak, mesajlaşmanın tek yoluydu; insanlar, uzun uzun kâğıda döktükleri cümlelerle duygularını anlatır, belki günlerce sabırla cevap beklerdi. Şimdiyse, bir saniyede dünyanın öbür ucundaki biriyle konuşabiliyoruz. Ancak yeniliğe tutunamayan, mektup devrinde sıkışıp kalır; âdeta bir zaman kapsülüne hapsolmuş gibi. İletişimin bu denli hızlı aktığı bir çağda hâlâ mektubun mahzun kalemini seçmek, kılıçla savaş meydanına çıkmak kadar beyhudedir.

Savaş aynı, iletişim yine aynı iletişim; fakat zamanın ruhu, elimize yeni araçlar sunar, bizden yenilik ister. Dolayısıyla kendimizi ve kullandığımız yolları, zamanın ihtiyacına göre yenilemek icap eder. Yenilenmek, yalnızca bir yüzey değişikliği değil; hayatın her alanında doğru araçları seçme, doğru yöntemleri uygulama becerisidir. Değişen dünyada, eski yollardan yürümekte ısrar etmek yerine, yeni köprüler inşa etmek gerek. Bu yolculuk, geçmişin mirasını yalnızca korumakla kalmaz; köklerimizden aldığımız kudretle, yeniliğin rüzgârında gövdemizi kalınlaştırıp dallarımızı genişletmek, bu mirası güçlendirip geleceğe taşımaktır.

Bu yüzdendir ki bazı durumlarda yenilenme sadece bir seçenek değil, zorunluluk hâlini alır. Geçmişin izlerini ve değerlerini taşımak elbette güzel ancak yeni yollar ve yöntemler ortaya çıktığında, bu değişimi kucaklamak şarttır. Bakın, dün bugünün köküdür, bugünse yarının… Yani, geleceğin kökü, geçmişin derinliklerindedir. Her gün, doğup batmakla, bir önceki günden iz taşısa da kendini yeniler. Dikkat edin, değişen, günlerin özü değil, onlara yüklediğimiz anlamdır. Hâliyle her sabah uyandığımızda tanıdık bir odaya, çevreye ve insanlara gözlerimizi açarız fakat aynı zamanda yepyeni bir güne de “merhaba” deriz. Peki, biz de bu döngüde özümüzü koruyabiliyor muyuz? Dışarıdan bakınca “değiştim” demek mi yeterlidir, yoksa içimizi de yenileyip ruhumuzla birlikte tazelenebiliyor muyuz?

Bu düşünceyi anlamanın en etkili yollarından biri, geleceğin temeli olan tarihe bakmaktır. Japonya’nın yaşadığı Meiji Restorasyonu, tam da bu ikilemin örneğidir.

İmparator Meiji, Japon meclisinin resmî oturumunda

O dönemin Japonya’sı, dış dünyaya kapalı, geleneklerine sıkı sıkıya bağlı bir toplumdu. Ancak 1867 yılında İmparator Kōmei’nin ölümünün ardından oğlu Meiji, henüz 17 yaşındayken tahta çıktı. Genç ve zeki bir imparator olan Meiji, ülkesinin içinde bulunduğu geri kalmışlığın bilincindeydi. Batı’nın bilimsel ve teknolojik alandaki ilerlemesini fark etmişti. Zihninde, Japonya’yı ileriye götürmek, geleceğe taşımak vardı. Fakat bu değişimi, Japon kimliğinden ödün vermeden gerçekleştirmek istiyordu.

Japonya, Meiji’nin liderliğinde Batı’dan teknoloji, sanayi ve eğitimde birçok yeniliği aldı mı, evet aldı. Ancak bunu yaparken, kültürünü ve kimliğini kaybetmemeye büyük özen gösterdi. Bu, aslında köklerden beslenen bir yenilenmeydi. Meiji’nin yaptığı, değişimi Japon toplumuna uygun hâle getirerek, onu bir dönüşümden ziyade yenilenme olarak yaşatmaktı. Tıpkı bir nehrin akışını değiştirmeden yeni bir yatak bulması gibi, Japon toplumu da doğasının özünü bozmadan yenilikleri kucaklamış ve onlarla büyüyüp güçlenmişti.

Meiji Japonya’sında eğitim sistemi, Batı’dan alınan bilimsel metotlarla geliştirildi mesela. Ancak, Japon tarihine, kültürüne ve ahlâk anlayışına uygun hâle getirilmiş bir eğitim modeliydi bu. Böylece gençler, Batı’nın bilgi dağlarını aşarken, kendi topraklarında yetişen köklerine de sahip çıkmayı sürdürdüler. Hem Batı ile yarışabilecek bilgiye sahip oldular hem de özlerinden kopmadılar. “Geçmişin ışığı, geleceğin karanlık yolunda bir rehber” olmalıydı ve Meiji Restorasyonu, tam da bu anlayışla hareket etti. Geçmişin bilgi ve tecrübesiyle geleceğin belirsizliğine yön veren bir harita çizildi, bir köprüyü, geçmişten geleceğe uzatarak.

Mimariye geldiğimizde de benzer bir yenilenme süreciyle karşılaşırız. Batılı tarzda yükselen binalar arasında, Japonya’nın kendine özgü estetik anlayışını korumak için büyük bir çaba harcandığını görürüz. Modern yapılar, geleneksel yapılarla iç içe; kültürel dokular, yüksek binaların gölgesinde bile varlıklarını sürdürüyor. Bugün, Tokyo’nun görkemli gökdelenlerinin arasında, yüzlerce yıl öncesine ve mimarisine ait yapılar, dimdik ayakta duruyor hâlâ. Bu manzara, köklerden beslenen bir yeniliğin, bir toplumun kimliğini nasıl koruyarak gelişebileceğini gözler önüne seriyor.

Meiji’nin başlattığı bu büyük dönüşüm, Japonya’nın sadece modernleşmesini sağlamakla kalmadı, ona dünya sahnesinde kimlikli bir yer açtı. Meiji, Batı’dan alınanları, Japon toplumunun özüne uygun şekilde şekillendirerek, Batı’yı taklit etmektense, Japon kimliğini güçlendirerek ilerlemeyi seçti. Zira, gerçek yenilenme, kimliğinden taviz vermeyen bir güçle gelir. Kendini bilen yenilenir, kendini unutan ise dönüşür, yok olur. Bu süreç, Japonya’ya hem geçmişiyle kopmaz bağlar kurma hem de geleceğe sağlam adımlarla yürüyebilme yeteneği kazandırdı.

İmparator Meiji, 1888 yılı.

Meiji’nin kendi memleketinde başlattığı yenilik rüzgârı gibi, bizlerin de hayatında yenilenmeyi bekleyen köşeler vardır; kimi zaman dış dünyamızda, kimi zaman içimizin derinliklerinde, bazense alışkanlıklarımızın tam ortasında. Ama yenilenme, sadece kabuk değiştirmek değildir, demiştik ki bunu iyi bilmek lazım. Geçmişin öğrettiklerini, bize kattığı değerleri ve biriktirdiğimiz hatıraları kaybetmeden her yeni gün, taze bir adım atmak, her an, derin bir nefes alabilmektir. Tıpkı bir ağacın, yıllar içinde köklerini derinlere salıp sağlamlaştırırken dallarını, yapraklarını her mevsim yenilemesi gibi; biz de öyle büyüyebiliriz. Köklerimiz yerde dimdik, sabit ve güçlü dururken, her sabah, yeni bir güne uyanırken ruhumuzun tazeliğini hissedebiliriz. Özümüzü yitirmeden, yaşadıkça hem olgunlaşır hem yenileniriz.

Evet, hepimiz bugün değişimlere ve yeniliklere maruz kalıyoruz; genç, yaşlı, her birey bu dönüşümün içinde. İnancımıza zarar vermeyen yeni fikirlere ve teknolojilere açığız, elbette. Ancak, bu yeniliklerin kimliğimizle, değerlerimizle uyumlu olup olmadığını sorgulamak son derece önemlidir ki bu, her birimizin sorumluluğudur. Yenilenmek, yalnızca yeni şeyler öğrenmekten de ibaret değildir; bununla birlikte, bu yenilikleri kendi varlığımıza uygun hâle getirerek içselleştirebilmektir. Eğer bir değişiklik, bizi köklerimizden koparıyorsa, sadece dışsal bir dönüşüm yaşıyor, kabuk değiştiriyoruzdur. Ama köklerimizden aldığımız güçle kendimize uygun bir değişim yaşarsak, işte o zaman gerçek bir yenilenme hâsıl olur.

Netice itibariyle, Meiji Restorasyonu, bize önemli bir ders veriyor: Köklerden kopmadan da yenilenmek mümkün! Değişimlerle karşılaştığımızda kendimize şu soruyu sormalıyız her defasında: Bu yenilikler, beni ben yapan değerlerden uzaklaştırıyor, değiştirip dönüştürüyor mu? Yoksa onlarla uyumlu bir gelişim mi sağlıyor? Yalnız, şu iyi bilinmelidir ki hem köklerimize sıkı sıkıya bağlı kalabilir hem de yeniye yer açabiliriz. İnanın gerçek güç budur.

Öz’e Güven, Yenilen 

İnsan, özgüven sahibi olmalıdır.

Özgüvensizlik, bir geminin yönsüz olması gibidir. Yelkenleri ve rotası olmayan bir gemi, denizin dalgalarıyla savrulur, hangi limana gideceğini bilmeden sürekli olarak çalkalanıp durur. Özgüven, bir başka ifadeyle insanın kendi özüne güveni, insanın yönüdür; ne kadar sağlam bir pusula gibi olursa, o kadar doğru yolda ilerler. Kendi kimliğine, geçmişine ve inançlarına güvenen kişi, her fırtınada rotasını kaybetmeden yol alır, istikametten şaşmaz.

Kendini tanımak, geçmişini bilmek, maddî ve manevî değerlerini akılda taşımak önemlidir şüphesiz. Kim olduğunu, kökünü bilmeyen biri, hayatla mücadele hâlinde, her yere ve şeye yönelme eğilimindedir. Özetle, böyleleri, yenilenmeye değil, bir değişim-dönüşüme teşnedir. Oysa kendini bilen, hem kendi hem de yaşadığı toplumun özünü, öz geçmişini özümseyenler, değişmez; yenilenir. Bu güçle geleceğe daha cesurca adımlar atar. Köklerine sıkı sıkıya bağlı olmak, zamanın getirdiği yenilikleri özden kopmadan, bir dönüşümden ziyade bir yenilenme olarak kabul etmektir.

Unutma! Geçmiş seni şekillendirir ama sana zincir vurmamalıdır. Bir araba sürdüğünü düşle. Dikiz aynasına arada sırada bakmak, yolculuğun selameti için gereklidir. Ancak gözlerini sürekli geçmişe dikersen, önündeki yolu göremez; çukurları, engebeleri fark edemezsin. Geçmiş, kimliğine işlenmiş izler taşır ama o izlerin içinde kaybolmak, seni bulunduğun yerden öteye götürmez.

Yeniliklere açık olmak, insanın ruhunu olgunlaştırır. Bu yüzden özüne güvenerek, her yeni günü bir fırsat olarak görmelisin. Geçmişin sana kattığı tecrübe, bugünü daha anlamlı kılar. Ve her gün, bir adım daha ileri gidip kendini yeniden keşfetmen için bir fırsat sunar. Bilmelisin ki, hayat, ne geçmişte takılı kalmayı ne de geleceği beklemeyi affeder. Yine bilmelisin ki, özüne güvenmeyen ve köklerine sıkıca bağlanmayanlar, en ufak bir esintiyle, bulundukları yerden kopar, savrulur giderler. Hayatın fırtınalarına direnmek, insanın özüne ve değerlerine sımsıkı sarılmasıyla mümkündür.

İmparator Meiji, Anka kuşu figürlü arabasıyla saraydan çıkarken

Osmanlı Ülkesine Yeni Bir Nefes 

Sultan II. Mahmud Han, Meiji Reformları’ndan neredeyse bir asır önce, Osmanlı’nın ufkunda modernleşme ve yenilenme meşalesini yakarak kendi devrine damgasını vurmuştur. Hem Sultan Mahmud Han, Meiji’den evvel, ülkesini dönemin kasvetli tehditlerine karşı güçlendirecek yenilikçi adımlar atmanın zaruretini idrak etmiş hem de geçmişin kudretli mirasını, geleceğin umut dolu sabahıyla harmanlayarak ilerlemiştir.

Attığı adımların başında Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmak gelir ki devletin sırtında ağır yüke dönüşen bu müessesin yerine disiplinli ve modern bir ordu tesis etmiştir. Mekteb-i Harbiye ve Mekteb-i Tıbbiye gibi okullar açarak Batı’nın ilmî cevherini Osmanlı ruhuyla mezcedip topluma kazandırmayı hedeflemiştir.

Sultan Mahmud Han’ın reformları, Batı’yı körü körüne taklit etmek değil, Osmanlı’nın kadim gelenekleri çerçevesinde, âdeta tozlanan bir vücudun su ve sabunla arındırılması gibi bir yenilenme hareketidir. Mesela, kıyafet reformu, yerel ihtiyaçlara göre şekillendirilmiş, tam anlamıyla bir değişim ve dönüşüm değil, ölçülü bir yenilik olarak hayata geçirilmiştir.

Sultan Mahmud Han’ın, Meiji Restorasyonu’ndan 100 yıl önce gerçekleştirdiği bu reformlar, aynı, heybetli bir dağın bağrından fışkıran berrak pınar gibi, geçmişin kudretinden beslenerek geleceğe doğru akmıştır ki sadece Osmanlı’nın modernleşme sürecine zemin hazırlamakla kalmamış, sonraki reformlara da ilham kaynağı olmuştur.

En Yeniler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu