En çok hasat mevsimlerini severdi. Tarlalarda kavunların olgunlaşmaya, başaklarda buğday taneleri belirmeye başladığında, içi coşkuyla dolardı. Tan yeri ağarmadan gözlerini açar, kızılca karanlık çökene kadar gözlerini hiç kırpmazdı. Bu uçsuz bucaksız tarlaların yegâne bekçisiydi o. Hatice Nine bir güz akşamı “Bu kargaları, muzırları korkutacak bir hoyuk (korkuluk) lazım.” demişti.
Kırışmış elleri ile tahtaları çakmış, üzerine rahmetli Rıdvan Amcanın işçi tulumunu giydirmişti. Tahta gardırobu iyice kurcalamış ve Almancı abisinin seneler evvel getirdiği beyaz örtüyle, bu sıska korkuluğa kendince bir hava katmıştı. Ertesi gün, güneşin ilk ışıkları ile korkuluğu sırtlanmış ve bütün tarlalara hâkim, tepeye dikmişti.
Etraftakiler, ilk başta bu yaşlı ve gariban kadıncağızın boş yere uğraştığını söyleseler de korkuluğun, kargaları korkutma becerisi karşısında hayran kalmışlardı. Gerçekten de küme küme gelen kargalar, yaban hayvanları, diğer tarlaların altını üstüne getiriyor, adeta hasada mahsul bırakmıyor; ama Hatice Nine’nin tarlasına uğramıyorlardı.
Köylüler merakla korkuluğu inceliyor; fakat Hatice Nine sadece, “Marifet onda değil onda birinde.” diyordu. Aslında bazı köylüler de akıllılık edip korkuluk dikmişlerdi. Korkulukları ne kadar büyük ne kadar uzun yaparlarsa yapsınlar, kargaları, tarlalarından savmayı bir türlü başaramamışlardı. Her ne kadar birkaç genç, Hatice Nine’nin korkuluğunu aşırmayı planladılarsa da, bu yaşlı, kendi halindeki kadıncağızın malını gasp etmekten hayâ edip vazgeçtiler. Vicdanlarının, “Korkuluğu da kaçırmak, korkuluğa da göz dikmek nedir ya!” diyen seslerini dinlediler.
Günlerden bir gün, emr-i Hak vaki oldu. Hatice Nine vefat etti. Mahalle kahvesinde, evlerin avlusunda, bütün civarda bu haber doğal karşılandı. Hatice Nine ölümüne yakın, malını mülkünü satmış, şu avuç kadar evden, ahırında bir inek ve kümeste birkaç civcivden başka bir şeyi kalmamıştı. Köy ahalisi, çok sevilen bu yaşlı kadını, sade bir merasimle defnedip, vasiyeti üzere kalan az bir malı garip guraba, yetim ve yoksula verdiler.
Hatice Nine’nin vefatını takip eden günlerde, önü alınamayan karga ve yaban sürüsü, yıllar yılı zarar vermedikleri bu bahçeye dadandılar. Görenler, hayretler içerişinde “Marifet onda değil miydi? Korkuluk değil miydi bunları korkutan?” demişlerdi.
Ansızın çıkan kısa bir esinti, körpe otları salladı. Bir su birikintisinin dibinde bir larva kıpırdandı. Muhtarın hanımı, yeşil örtülü divana oturdu. Hatice Nine’nin evinde bulduğu, üzerinde öşür yazan yeşil kitapçığın sayfalarını araladı. Neden sonra, bir hasat arkasında şehre mahsulleri satmaya giderken yaşadığı bir an geldi aklına. Hatice Nine nefes nefese elindeki bohçayı vermiş, “Öşrümdür bu benim. Bunu giderken ilim talebelerine götürüverin. Bu da onların hakkıdır.” demişti.
Muhtarın hanımı, oturduğu yerden doğruldu. Yıllar sonra ancak içinde bir şeyler uyanmıştı. Korkuluk değildi kargaları korkutan, zararlıları uzak tutan.
Kendi kendine istemsizce mırıldandı.
“Marifet onda değil, onda birinde.”