Aslında yazmayı da okumayı da bilmem, konuşmayı bile bilmem. Zaten bir deniz feneri konuşsa kim dinler? Anlatsa kim anlar? Fakat insanın anlatacak bir hikayesi olunca kelimelerle arkadaş oluyor.
Dalgalar yaramaz bir çocuk gibi sahile vurup kaçıyor, rüzgar bu eğlenceye eşlik ediyordu. Birkaç yengeç, kabuğunu cilalıyor, denizyıldızları güneş ışıkları ile sohbet ediyordu. Neden sonra yengeçler işlerini bırakıp yuvalarına çekildiklerinde bize yaklaşmakta olanları gördüm. Altın sarısı saçlarında kırmızı kurdeleler ve mavi beyaz elbisesi ile denizci olan babasının eline yapışmış neşe içinde zıplıyordu. Babası bu tepeye çıkmış ve denizi göstermiş “Beni görmek istediğinde buradan denize bak, oralarda bir yerlerde olacağım.” demiş ve teselli etmişti. Uzaklaşmak zorunda kaldığımız sevdiklerimize verdiğimiz türden bir teselliydi.
Yakamoz sahilinin en ücra köşesinde, pek de ziyaretçinin olmadığını hesaba katarsak onları görünce pek mutlu olmuştum. Giderken babasının elinden kurtulmuş ve yanıma gelmişti. “Ben de babam gibi denizci olacağım.” demişti.
Genelde insanlar beni görmezler, daha ziyade görmezden gelirler. Oysa o, bir dostluğun temelini atmıştı. O günden sonra ara ara gelir babasını görmeye çalışır, benimle de sohbet ederdi. Doğrusu o anlatır, ben dinlerdim.7 yaşına geldiğinde “Ben, bebek bezi tamircisi olacağım.” demişti. O zamanlar hazır bezin olmadığını ve annesinin kardeşinin muşamba bezlerini yıkamak zorunda kaldığını düşünürsek çok da mantıklı bir meslekti.
Bir Kurban Bayramı geldiğinde “Ben kuzu olacağım, büyüyünce de kavurma olup kendi yağımda kavrulacağım.” demişti ve kocaman gülmüştü. İlçedeki kütüphane yandığında itfaiyeci, evlerindeki musluk patladığında tamirci, ilk hikaye kitabını okuduğunda yazar, ilk tarih dersinde tarihçi olmak istedi. Anneannesi kalp yetmezliğinden vefat edince kalp doktoru, ilk teleskopunu alınca astronot, ilk kavgasında avukat, ilk kez Bursa’ya gidişinde mimar olmak istemişti. “Şehrimi imar edeceğim.” diye eklemişti.
Velhasıl dalgalar kıyıya vuruyor, yengeçler paytak paytak yürüyor, bir deniz taşı sahilden ayrılıp dünya çevresinde uzunca bir seyahate çıkıyor, günler haftaları, aylar yılları kovalıyor ve o her geldiğinde bambaşka biri olmak istiyordu. Sahi ne olacaktı?
Bir gelişinde “Bütün renkleri, bütün meslekleri olmak istiyorum.” demişti. Sesinde kuş cıvıltıları vardı ve bıraksalar yeryüzündeki bütün yollardan yürür ve bütün kitapları okurdu. Fakat bir dahaki gelişinde kuşlar yoktu. Yorgun görünüyordu. “Deniz fenerinin güzelliği gözünü açtığı ilk andan itibaren ne olduğunu ve ne yapacağını biliyor olmasıydı. İnsanlar ise bir küçük ağaç tohumu gibiydi. Büyümeye başlıyor… Ve ne olacaksın? Büyük bir yazarın tek nüshasını yazdığı kâğıt parçası mı? Yoksa üzerinde keyifli yemeklerin yeneceği ahşap bir yemek masası mı? Belki de hiçbiri. Bir fırtınada yıkılmış bir kütük parçası.”
İşte, o an fark ettim ki zaman geçtikçe içten içe bir umutsuzluğa kapılıyordu. Ne aradığını bilemeden bir arayışa kapılan insanların sahip olduğu cinsten bir umutsuzluk. Sahilde yürüyen ve gün batımını izleyebileceği bir kayalık arayan insanlar gibi. Gün batımını en güzel izleyeceğin bir yer arıyor ve sahilde dolanıp duruyorsun. Karar veremeden geçen her dakika güneş biraz daha batıyor ve enfes bir manzarayı kaçırdığının farkındasın. Ama bütün kayalara çıkmak ve gün batımını görebilmek istiyorsun. Fakat bu, ne mümkün? Belki de en güzel manzarayı seyretmek için, en iyisini arayıp, en kötüsüne hazırlanıp bulduğuna şükretmek gerekiyordu.
Neticesinde ilk zamanlarda içine hapsettiği bu küçük boşluk, günler geçtikçe büyümüş ve onu içine hapsetmişti. “Bir maksada bağlanmayan ruh, yolunu kaybeder. Çünkü, her yerde olmaya çalışmak, hiçbir yerde olmamaktır.” hesabı her şeyi istiyor ve hiçbir şeye sahip olamıyordu.
Neden sonra, bir yaz hiç gelmedi. Uçan kaplumbağalarla mapoliyi satışa sundukları yıldı. Sonradan duydum ki en sevdiği deniz kabuğunu yanına almış ve İstanbul’a gitmişti. Sahi aradığını bulabilmiş miydi?
Ve sonra, çok sonra geldiğinde bambaşka biriydi. Bizim nasıl göründüğümüzü değil, nasıl hissettiğimizi bilen insanların anlayacağı türden bir değişimdi.
“Uzun zamandır seni ziyarete gelemediğim için üzgünüm fakat kendimi aramakla öyle meşguldüm ki seni arayıp soramadım.” Güldüm, telefon kullanamazdım ki. “Bak!” dedi ve sonra gözünde geceyi aydınlatan ışıkla anlatmaya başladı. “Ben her şey oldum. İtfaiyeci oldum; yangından kitapları değil, insanları kurtarıyorum. Avukat oldum; davaları değil, davamı savunuyorum. Mimar oldum; şehri değil, nesli imar ediyorum. Tamirciyim aynı zamanda, ruh tamircisi. Ve en sevdiğim; kitap yazmıyorum, kitap yetiştiriyorum hem de canlı kitap.”
Yüzündeki gülümseme gamzelerinden taşmış ve bütün sahili doldurmuştu. Demek ki, insan kim olduğunu bildiğinde ve kendisini bir maksada bağladığında en parlak yakamozdan daha parlak, en neşeli dalgadan bile daha neşeli oluyordu. Üstüne çıktığı kayalıktan gün batımını izlerken ve martılar üstümüzde uçuşurken gülümsüyordu. Hem de uzun bir arayışın sonunda kendini bulan insanların gülümsediği türden…