
Miljacka Kıyısında Bir Direniş Saraybosna’da Bir Evin Hatırası
1878’de Osmanlı, Bosna’dan çekilir ve yönetim değişir. Ancak birçok Boşnak, kimliğini, pasaportunu değiştirmez. “Osmanlı nasıl olsa geri dönecek,” derler.
Saraybosna’nın kalbinde, Miljacka Nehri’nin kıyısında yer alan “İnat Evi”, adını, ilginç bir olaydan alır. Bu minik ev, yalnızca bir yapının taşıdığı tarihsel yükle değil, aynı zamanda Boşnak halkının direncini simgeleyen bir anıttır. Hikaye, 19. yüzyılda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna Hersek’te kurmak istediği kütüphane binasının arazi seçimi ile başlar. Fakat bu arazideki evin sahibi, inatla evini satmayı reddeder. Bir süre sonra, meselenin büyümesi ve karşılıklı ısrarların ardından, evin sahibi sadece bir şartla ikna olur: Ev, taş taşına, çivisi çivisine sökülüp, tam anlamıyla olduğu gibi karşı kıyıya taşınacaktır. Ve işte, o inatla, ev sökülür ve olduğu gibi yeniden inşa edilir.
Bugün, Saraybosna’nın göbeğinde yer alan bu küçük ev, hem gülümseten hem düşündüren bir hatıra gibi durur. Çoğu zaman bu hikaye, Boşnakların inatçılığını simgelemek için anlatılsa da aslında daha derin bir anlam taşır. Bu, sadece bir evin taşınması değil, Boşnak halkının Osmanlı’dan miras kalan değerlerini koruma mücadelesidir. Yeni gelen Avusturya-Macaristan yönetimi, Osmanlı’nın izlerini silmek için çok çaba harcar; mimariden dile, yaşam biçiminden kimliğe kadar her alanda bir dönüşüm başlatılır. Fakat Boşnak halkı, bu dönüşümü kabullenmekte zorlanır. Bir yanda değişim rüzgarları, diğer yanda kimliklerini koruma mücadelesi veren insanlar vardır.
Evin duvarlarında eski Saraybosna fotoğrafları asılıdır ve bir zamanlar Osmanlı’nın Batı’daki kalelerinden biri olan bu şehirde, hem Doğu’nun zarafeti hem de Batı’nın kalabalığı hissedilir.
1878’de Osmanlı, Bosna’dan çekilir ve yönetim değişir. Ancak birçok Boşnak, kimliğini, pasaportunu değiştirmez. “Osmanlı nasıl olsa geri dönecek,” derler. Bosna, tarih boyunca sadece fiziki bir işgalin değil, kimlik ve hafızaya yönelik bir silinmenin de sahnesi olmuştur. Avusturya-Macaristan yönetimiyle başlayan bu süreçte, minareler, yerini çan kulelerine, hilaller, haçlara bıraktı. Osmanlı’dan kalan vakıflar, devletin kontrolüne geçti, medreselerin sesi kesildi.
İşte o evi yıkıp yerine Avrupai tarzda bir bina yapmak istemeleri, basit bir mesele değildir. Müslüman halk, bunun farkındaydı. Çünkü bu, sadece bir evin yıkılması değil; Osmanlı’dan kalan izleri silme, kimliği ve hafızayı yok etme çabasının bir parçasıydı. Tam da bu yüzden ev sahibi bu kadar inat etmiştir. O ev, bir ev olmaktan çıkmış; bir kimlik, bir hafıza ve bir direniş sembolüne dönüşmüştür.
Avusturya-Macaristan yıllarca ‘Boşnak milleti’ fikrini, ‘Boşnakça’ diye bir dili aşılamaya çalıştı. Belki baskılarla zamanla dinin bazı ameli tatbikatlarında zayıflama olabilir ama kimliklerinden asla vazgeçmediler. Çünkü onlar için Müslüman olmak; hem inanç hem aidiyet hem de bu dünyadaki varlıklarını anlamlandırdıkları en temel kimlikti. Nüfus kâğıtlarına bile ‘Boşnak’ değil ‘Müslüman’ yazdırarak, her türlü dayatmanın önüne bunu koydular. Çok iyi biliyorlardı ki isim değişirse hafıza değişir, hafıza değişirse nesil değişir. Ve işte buna asla izin vermediler.
Yüzyıl geçer, ancak bu topraklarda yaşayanlar hep hatırlar. Biz unutmuşken, onlar hep hatırlamışlardır. Hatta beklemişlerdir. Bugün dahi, sesimizi beklerler. O inatla korudukları değerler, uzatılan el ile yeniden yeşeriyor. Bu bir inat değil, bir ümmetin birbirini unutmadığı bir bağlılıktır.
İnat Evi’ne İlk Adım
İlk kez İnat Evi’nin önüne geldiğinizde, onu sadece küçük, sade bir yapı gibi görebilirsiniz. Ancak, tabeladaki “Inat Kuća” yazısı ve içeri adım attığınızda, zihninizde başka kapılar aralanır. Evin kapısında sizi karşılayan sessizlik, bir geçmişin yankılarını taşır. Taş duvarlar, ahşap tavanlar, geleneksel mobilyalar arasında, sanki yalnızca çay değil, hatıralar da demlenmektedir.
Inat Kuća’nın sizde uyandırdığı hisler hiç de yabancı gelmeyecektir. Sanki dilini bilmediğiniz, insanını tanımadığınız bir memlekette kahve içmeye değil de, Anadolu’daki dedenizin evine sıla-i rahime gitmişsiniz gibi.
Duvarda asılı olan resimdeki takım elbiseli adamlar, dedenizin hep bahsettiği eski ahbapları, ayağınızın altında bir tarih haritası gibi serili olan el dokuması halıysa, anneannenizin “Aman bir şey dökmeyin!” diye gözünden sakındığı halısından farksızdır.
Kırmızı kadife koltukları, işlemeli perdeleri ve duvara sinmiş ahşap kokusuyla bu ev, Karadeniz’in yeşiline bürünmüş eski bir yayla evini de anımsatır insana. Hani bazı yerler olur; orada ne kadar vakit geçirseniz de kendinizi oraya ait hissedemezsiniz. Bazı yerlere de ilk defa gitmenize rağmen, hiç yabancı hissetmezsiniz. İşte öyle bir aidiyet hissi veriyor size bu ev.
Ahşap ve taş karışımıyla bina edilen duvarların arasından, birazdan dedenizin “Kızım bir kahve yap da içelim,” sesi yankılanacak gibidir.
Evin duvarlarında eski Saraybosna fotoğrafları asılıdır ve bir zamanlar Osmanlı’nın Batı’daki kalelerinden biri olan bu şehirde, hem Doğu’nun zarafeti hem de Batı’nın kalabalığı hissedilir. İnat Evi, işte tam bu kesişimde, iki dünyanın ortasında bir vicdan gibi durur. Küçücük bedeniyle, büyük bir tarihi omuzlar.
Saraybosna’nın Hafızası
Ev, Miljacka Nehri’nin karşı kıyısına taşınırken sadece taşlar değil, bir halkın kimliği de korunmuştur. O kıyıdan bu kıyıya yapılan yolculuk, bir mirasın hayatta kalma çabasıdır. Tıpkı nehrin iki yakasını birleştiren köprüler gibi, İnat Evi de geçmişle bugün, ecdatla torun arasında bir bağ kurar. Saraybosna sokaklarında dolaşırken, her adımda bu hissi, yoğun bir şekilde yaşarsınız. Başçarşı’da ezan sesine karışan ayak sesleri, Gazi Hüsrev Bey Camii’nin avlusundaki sessizlik, Latin Köprüsü’nün gölgesinde duran bir anne… Her biri bu coğrafyanın hikayesini anlatır. Ve her biri, bize bir şeyi fısıldar:
Biz buradayız. Hâlâ…
Saraybosna’nın göğsünde atışını sürdüren bu direniş, inat değil, bir kimliğin korunmasıdır. Kendi topraklarında sahip oldukları değerlerin peşinden gitmek, geçmişin hatırasına sahip çıkmaktır. İşte bu yüzden, İnat Evi’nin küçük yapısı, büyük bir halkın direncini simgeliyor.