Nebi Sevgisine Su Taşıyan Şair “Nabi”
Nâbî’nin şiir ve şair dünyasındaki değerini hiç şüphesiz onun beslendiği kaynakta aramak lazımdır. Nâbî’nin değeri ve şiirinin yüksekliği, Peygamber Efendimize duyduğu sevginin bir göstergesi, ona duyduğu samimiyetin mahsulüdür.
Milletler, değer verdikleri şeyleri severler ve sevdikleri için de onlara emek yükleyerek bunu bütün insanların bilmesini isterler. Bu yüklenilen emekler, genelde sanat olur. Sanat türleri içinde de yazılı olanlarla görsel olanlar ve mimari olanlar diğerlerine göre ön plana çıkar. Sanatçı, çok sevdiği şey için alın teri ve emek yüklediğinden onun vitrinde durmasını, toplum önünde yer almasını haklı bir gurur vesilesi için ister. Zaten toplum da buna hazır olduğundan yapılan eserin vitrinde durmasını mutluluk vesilesi olarak görür. Çünkü ortaya çıkan eseri, müsebbibinden dolayı sevmektedir.
Şair Nâbî’nin yaşadığı devir de Peygamber Efendimizin sevgisine emek yüklemenin çok önemli olduğu bir devirdir. Sanatın bütün dallarıyla uğraşanlar, Peygamber sevgisini ilmek ilmek işleyerek toplum önüne sunmaya çalışırlar. İnsanlar da vitrindeki bu eserlere bakarak Peygamber sevgisini müşterek bir duygu haline getirirler. İlahiler, kasideler, ilmek ilmek işlenen kitap desenleri, camilere işlenen celî, sülüs tarzındaki lafızlar hep bu ortak sevgi ürünün mahsulleridir. Nebî sevgisine su taşıyanlardan biri de Şair Nâbî’dir.
Peygamber sevgisi ve diğer hikmetli meselelerin şairi Nâbî, bu hikmetin kaynağını “Ya Muhammed! Sen Rabbi’nin yoluna, hikmetle ve güzel öğütle çağır” ayetine bağlar. Hikmet ise ona göre ilimle amel etmenin bir yoludur. Bu yol da, İlahi ahlakla, ahlak-ı Muhammedi ile ahlaklanmaktır.
Nâbî, hikmeti kendine göre şöyle tarif eder: “Aslında yer gök ağzına kadar hikmetin sırlarıyla doludur. Fakat onu araştırıp bulmaya değer göz ve söylemeye layık bir ağız yoktur.” Yine bir beytinde hikmetin sırlarına vasıl olmayla ilgili şöyle söyler: “Ey Nâbî! Mazmunu, hikmetlerin sırrını beyan etmek olmasaydı şiire bu kadar yönelmezdim”. Onun için makbul olan şiir hikmetten kaynaklanan şiirdir. O’nun bu hikmetini anlamak ve hikmetli satırlarını okumak için doğduğu ve yetiştiği çevreyi tanıyalım.
Peygamber Sevgisine Değer Biçemeyen Bir Devir
“Ekmel-i Şu’arâ-yı Rûm” ve “Melikü’ş-şu’arâ” diye anılan Nâbî, Hicri 1052 (1642) yılında Urfa’da doğar. Asıl adı Yusuf’tur. Dedeleri Şehy Ahmedü’n-Nakşibendi’dir. Bu ailede eskiden beri âlim çıkar. Ayrıca Nâbî’nin dördüncü göbekten ceddi Şeyh Ahmed’in bir Nakşibendi şeyhi olması bu ailenin asil ve köklü ailelerinden biri olduğuna işarettir. Nâbî’nin İstanbul’da devlet hizmetinde bulunması ve şiirlerindeki tasavvufi gücü de ailenin büyük bir ilim ve irfan sahibi olmasından kaynaklanmaktadır.
Genç yaşta Arapça ve Farsçayı öğrenen Nâbî, Urfa’da çok sevilir. İlk şiirini 13 yaşında yazar. Yirmi dört yaşına geldiğinde ilim irfandan anlayan himmet ve mürüvvet sahibi insanların kapısını çalar. İstanbul’a koşar. Vezir Muhasip Mustafa Paşa, üç dilde şiir yazabilen bu gence kapılarını açar, onu himayesine alır. Birçok şairle, özellikle Naili ile görüşür. Sultan Dördüncü Mehmet ile araları iyidir. Yusuf Nâbî, mütevazı bir gençtir.
Sanatında Yok Olmasını Bilen Şair
Bende yok sabr-ı sükûn, sende vefadan zerre,
İki yoktan ne çıkar fikredelim bir kerre.”
Beyitli muammada, Farsçada “yok” manasına gelen “nâ” ve “bî” eklerini vasledip “Nâbî” yi mahlas yapar. Sanatını insanlara bin bir maharetle sunarken bundan kendisine bir pay da çıkartmaz. Kendisi için kendi “hiç”liğini seçer.
Birçok gazaya katılır Nâbî. Lehistan (Polonya) seferinde Kamaniçe’nin fethi üzerine yazdığı “Düşdi Kamençe kısmına nur-ı Muhammedî” şiiri kapıya asılır. Sonra Sultan Dördüncü Mehmet’in çok beğendiği Fetihname-i Kamaniçe’yi kaleme alır. Dört sene sonra Edirne’de şehzadelerin sünnet düğününü Surnamelerin en güzeliyle anlatır.
Bu yıllarda gönlüne hac farizasını eda etme ateşi düşer. Artık çağının önde gelen şairlerindendir. Muhasip Mustafa Efendi, Kaptan-ı Derya olur. Yusuf Nâbî’yi yanına alır. Surre alayına Rami Mehmet Paşayı da alarak yola koyulur, dönüşünde hac güzergâhında gördüklerini yazdığı “Tuhfetü’l-Haremeyn (Hicaz Hediyesi)” isimli eseri padişaha arz eder. Mübarek beldelerin ve Peygamberimize olan muhabbetin semeresini görmeye başlar. Muhasip Mustafa Efendi vefat edince Halep’e yerleşir. Orada 25 sene kalır.
Peygamberin Yolunda
Mübarek mekânlar; Medine-i Münevvere, Mekke-i Mükerreme, Beytullah, Peygamberimizin Ravza-i Mutehharası’nı görmek için can atar. Gönlünde hep oraların aşkı yatar.
Aşıkların gözü görmüş müdür Kâbe gibi nur
Yüzünü gören de görmeyen de onu özler durur.
Dağlar, sarp kayalar, kızgın çöller engelleyemez bu hac yolculuğunu. Nâbî’nin gönlü, yüreği Peygamberimizin aşkıyla güneşin altındaki kumlardan daha yanıktır. Medine-i Münevvere’ye takriben bir günlük yol vardır. Nâbî’nin gözlerine uyku girmez. Vakit gecedir. Efendimizin bulunduğu mübarek beldeye yaklaşmıştır; ama içinde hep kavuşamama korkusu vardır.
Sakın Terk-i Edepten
Gecenin en sakin zamanlarından bir zaman. Rical-i devletten biri ayaklarını kıbleye doğru dalgınlıkla olsa gerek uzatmış. Pür dikkattir Nâbî. Görür bu durumu. Devlet adamının rütbesine, mertebesine bakmaz. Bu hadiseyi içine sindiremez. Gönlündeki hikmet pınarından irticalen yüksek sesle terünnüm eder. Dilinden edeb-i hikmet ile:
Sakın terk-i edebden, kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu!
Nazargâh-i ilâhîdir, Makâm-ı Mustafâ’dır bu!
Beyti süzülür gecenin karanlıklarından. Muhatabı hemen ayaklarını toplar. O zamanlar şairin diline düşmek de, dilinden kurtulmak da zordur. Muhatabı “Ne zaman yazdın bunu? Senden ve benden başka duyan oldu mu?” diye sorunca cevabı yapıştırır “Daha önceden söylememiştim. Şu anda sizi bu durumda uzanmış görünce elimde olmayarak yüksek sesle söylemeye başladım.” diyerek. Konu böylece kapanır gibi olur.
“Ümmetimden Dedi mi?”
Kafile şafak sökerken huzura yaklaştığında Mescid-i Nebî’deki minarelerden müezzinler Ezân-ı Muhammedî’den evvel “Sakın terk-i edepten…” mısralarını okurlar. Mübarek yerde kendi şiirinin okunduğunu duyan Nâbî’nin dizlerinin bağı çözülür. Duyduklarına inanamaz. Hep bir hikmet arar. Müezzinlerden birini minarenin kapısında görünce “Allah aşkına söyle, okuduğun kasideyi kimden duydun?” diye sorar.
“Bu gece rüyamda Peygamber Efendimizi gördüm. Bana ‘Ümmetimden Nâbî adlı bir aşığım geliyor. Onu, onun beyitleriyle karşılayın.’ buyurdular. Biz Resulullah’ın emrini yerine getirdik.” cevabını alır.
“Eminsin değil mi? Sâhiden Nâbî mi dedi? O iki cihânın Peygamberi, Nâbî gibi bir zavallıyı ve günahkârı, ümmetinden saymak lütfunu gösterdi mi?”
“Evet”
Edepten gelen hikmetle Nâbî’nin artık hikmetli sözleri altın çiçek gibi açmaya başlar. O, edebin tacını takınca bütün şairlerin padişahıdır artık. Hikmetli inceler sadrından satırlara saçılmaya başlar. Nâbî’ye “Ümmetimden” kelimesi yeter. Tac-ı edep ile Peygamber Efendimizin “ümmetimden” sözüne mazhar olur.
Karacaahmet’te Bir Peygamber Aşığı Şair
Halep’te geçen 25 yılın sonunda, Halep valisi Baltacı Mehmet Paşa sadrazamlığa terfi edince Nâbî’yi de İstanbul’a getirir. Artık kendisinin sınırları İstanbul’u hatta Osmanlı Devleti’nin sınırlarını aşmıştır. Hayatta iken üne kavuşan ender şairlerden biri olur. Altı padişahın saltanatını görecek kadar yaşar. 1712 yılında 72 yaşında İstanbul’da vefat eder.
Peygamberler şehri Urfa’da doğan, Peygamber’in Mübarek mekânını ziyaret eden, Peygamber’in övdüğü, evliyalar şehri İstanbul’da vefat eden, Peygamberin övgüsüne mazhar olan Nâbî, binlerce ziyaretçisi olan Üsküdar Karacaahmet mezarlığında ebedi istirahatgâhındadır.
“Gitti Nâbî Efendî cennete dek” ve “Zelihâ’yı cihandan çekdi dâmen Yûsuf-î Nâbî” mısraları onun vefatına düşürülmüş tarihlerdir.
Yumuşak Kalp, Sert İrade
Gönül ne arzu-yı cah eder, ne tac u taht ister
Reh-i himmetde ancak kalb-i nerm ü pâ-yi saht ister
(Gönül ne mevki, ne ikbal, ne tac, ne taht ister,
Himmet yolunda ancak yumuşak kalp ile sert bir irade ister)
Söz Odur ki
Sözde darbül-mesel irâdına söz yok amma
Söz odur âleme senden kala bir darb-ı mesel
(Sözde atalar sözü söylenmesine kimse bir şey demez.
Fakat öyle söz söylemelisin ki senden sonra o söz atalar sözü olarak kalsın)
Sakın Terk-i Edebten…
Sakın terk-i edebden, kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu!
Nazargâh-i ilâhîdir, Makâm-ı Mustafâ’dır bu.
(Edebi terk etmekten sakın, burası Hazreti Allah’ın sevgilisi olan (Hz.Muhammed’in bulunduğu yerdir. Burası Cenab-ı Hakk’ın nazar buyurduğu mahal, Hz. Muhammed’in makamıdır. (Medine-i Münevvere’dir.)
Habîb-i Kibriyânın hâbgâhıdır fazîlette,
Tefevvuk-kerde-i Arş-ı cenâb-ı Kibriyâ’dır bu.
(Bu yer Allahu Teala’nın sevgilisinin istirahatgahıdır. Fazilet bakımından Arş-ı alanın üstündedir)
Felekde mâh-ı nev Bâbüsselâmın sîne-çâkidir,
Bunun kandili cevzâ Matla-ı nûr-i ziyâdır bu.
(Gökyüzündeki yeni ay, O’nun kapısının yüreği yaralı âşığıdır. Bunun kandili Oğlak yıldızı bile ışığını ondan almaktadır)
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-i âdem zâil,
İmâdın açdı mevcûdât dü çeşmin tûtiyâdır bu.
(Bu toprağın kutsal parlaklığından, yokluğun karanlıkları ortadan kalktı. Yaratılan her şey körlükten gözünü açtı. Çünkü o toprak, kör gözlere şifa veren sürmedir)
Murâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,
Metâf-ı kudsiyândır cilvegâh-ı enbiyâdır bu
(Ey Nâbî, bu dergâha edep şartını gözeterek gir, Zîrâ burası, büyük meleklerin etrafında pervane olduğu, tavaf ettiği ve Peygamberlerin görünüverdiği yerdir.)
🤎