Tarih

Alaiye Şehitliği

Bazı Şeyleri Anlamak Güç Olabilir, Fakat İmkânsız Değil

Alaiye şehitliği öyle bir yerdir ki orayı bilen bilir. Atlılar bir duadan aldı hızını, bir göğüsten uğuldadı milyonlarca süvari. Onlar ki, şaha kalkmış atlarını ufka süren atlılardı. Ve onlar, ufka doğan, batmayacak güneşlerdi.

İlim öğrendiği yuvadan çıktığında, -bir aralık açık kalan kapıdan giren rüzgâr, duvarda asılı takvimin o günkü yaprağını havalandırdı. Yaprak, 15 Ağustos 1974 tarihi ile kayıtlanmıştı ve üzerine şu âyet-i kerîme yazılmıştı: Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Hayır, onlar diridirler. Fakat siz sezmezsiniz (Bakara sûresi, âyet 154)- çileyen yağmurla beraber karanlıklar da iniyordu, kararmış yağmur yüklü bulutlardan. Hem ıslanmamak hem de köyüne gidecek son otobüsü kaçırmamak için alelacele yürüyordu. Durak, itidalli yürümekle sırılsıklam olunabilecek ve otobüse geç kalınabilecek kadar uzağındaydı, yenice kapısından çıktığı yerin. Durağa vardığında sırtı terlemiş, nefes nefese kalmıştı. Önce, geç kalmış olma ihtimalinin heyecanı ve endişesiyle otobüsün geleceği yol tarafına baktı, sonra kolundaki saate. “Şükür…” dedi, “Vakit varmış daha.”

Rahatlamıştı. Saatine göre otobüsün gelmesine hemen hemen on dakika vardı. Yorulan ayaklarına daha fazla yüklenmek istemedi. Ancak iki kişinin sığabileceği oturağa oturdu.

Fakat oturmasıyla kalkması bir oldu neredeyse. Otobüsün geleceği yönden ağır ağır hareket eden, koca kağnı tekerleklerinin gacır gucur sesini andıran ve atların toynak sesine benzeyen sesler gelmeye başlamıştı. O tarafa baktığında, akşamın alacasında gözleri bir şey seçemedi. Belki de görüş alanının daha gerisinden geliyordu bu sesler. Böyle düşündü. Daha doğrusu, böyle düşünmek istedi. Yanında yöresinde kimsecikler yoktu. Endişelenmeye başlamıştı. Yine de gözlerini o yönden ayıramıyordu. Pürdikkatti. Sesler, git gide yaklaşıyor, yoğunlaşıyordu. Buna rağmen, görünürde hiç kimse, hiçbir şey yoktu. Fakat bu ses yığını, bu yığının kuvveti, çiviliyordu onu ayaklarından yere. Ne ileri ne geri, bir adım atamıyor, sesler önüne kadar gelmiş olmasına rağmen, olduğu yerden uzaklaşamıyordu. Bakıyordu sadece. Bakıyor fakat göremiyor; göremiyor fakat duyuyordu. Bir dalga halinde akıp gidenleri hissediyordu. Uzatsa elini, birine yahut bir şeye dokunacak gibiydi. O kadar yakındı seslere. Sesler, o kadar yakındı kendisine.

Şimdi de arkasından bakıyordu, giden kağnı gıcırtılarının, at toynaklarının çıkardığı yankının. Sesler, ilk duyulduğu halini almış, perde perde azalmıştı. Bir süre sonra da bütün gıcırtılar, nal sesleri ve görünmez atların rüzgârda titreşen yeleleri kaybolmuştu, karanlığın en koyulaştığı yerde.

Otobüsün korna sesiyle az da olsa kendine gelir gibi oldu. Fakat şaşkınlığını büsbütün üstünden atamadı. Otobüs, kapısı açık onu bekler haldeyken, o, gidenlerin arkasına takılı kalan bakışlarını bir türlü çekip alamıyordu. Gittikçe homurdanan otobüs, sabırsızlığını ve daha fazla bekleyemeyeceğini, ikinci korna sesiyle duraktakine bildirdi.

Kendini güçlükle atabildi otobüse. Ve artık yanında sadece küçük ve hafif bir çanta yoktu. Kafasında oluşan büyük soru işaretini ve çözümsüzlüğün ağırlığını da götürüyordu köyüne.

“O sesler neydi öyle ve nereye gidiyorlardı? Görünmez kimselerin, bilinmez bir köyden başka bilinmez bir yere göçü müydü bu? Yoksa daha başka, daha başka bir şey miydi? Neydi?”

***

Üç yıl önceydi. 17 Kasım’a denk gelen gün geldim buraya. Üç yıl önce de diyebilirdim, 17 Kasım’ı zikretmeden. Fakat zikredişim, bir önemi olduğundan. Bunu da gelir gelmez değil, buraya gelişimin bir sonraki yılında öğrendim. Yine bir 17 Kasım günü. Bu büyük tevafuk karşısında, o güne kadar öylesini hiç yaşamadığım ve tarif edemeyeceğim bir his, ani bastıran sis gibi doldu kalbime. Ne olursa olsun, kendime, buradan ayrılmayacağıma söz verişim de işte o gün, o an oldu. Çünkü onlar da buraya bir 17 Kasım günü gelmişlerdi uzaklardan. Öyle uzak dediysem, saat hesabı değil, gün hesabı uzaklardan. O gün bugündür de buradalar. Ve burada kalacaklar kıyamet gününe kadar. Ve bir nöbet halinde, nöbet tutarak. Ölüler, nasıl nöbet tutar, demeyin. Allah yolunda ölenler hiç ölü olur mu? Onlar, bizim onları görebileceğimiz kabuklarından sıyrıldı sadece. Hepsi bu kadar. Biz göremesek de varlar. Yaşıyorlar. Biz görmesek de bu vatanın her an harbe hazır ve nazır görünmez neferleridir onlar. Ne çok isterdim, onlarla birlikte buraya gelenlerden olmak. Burada şehit olmak. Burada yatmak. Ah, ne çok!

Hiç olmasa o sözleri söyleyen kumandanı bulabilme şansım olsaydı keşke. Öldü mü, sağ mı bilmiyorum. Yaşıyorsa da nerededir kim bilir! Ama bulabilme şansım olsaydı, hiç durmaz, gider bulurdum. Ve sorardım ona, muhakkak sorardım, bu veli zatlar için ağzından çıkarabildiği o sözün hesabını.

O gün, o sözü duyduğum gün yani, sinirlenmemiştim. Çünkü neyin ne olduğunu daha bilmiyordum. O mümtaz insan anlattıkça ve sonrasında burada bazı şeylere tanık oldukça, yani her gece yattıkları yerlerin üzerinde nurdan kandiller gördükçe, buradakilerle aramdaki bağ daha bir kuvvetlendi. Ne vakit aklıma düşse o güzel insanın anlattıkları, sinirleniveriyorum o kendini bilmeze artık. Hatta kendime de kızıyorum. Çünkü bir insan, bir söze bu kadar niye içerler, olabilir, söylenebilir diye geçirmişliğim var içimden.

Şehitlikte bir çay

Bu anlattığım hadise de bu yıl oldu. Hem de 17 Kasım’a denk düşen gün, cumartesi. Bunca tevafuk, nasıl olur da bu kadar üst üste gelebilir, diyebilirsiniz ama geldi. Hem niye gelmesin ki? Yazılı bir kaide mi var gelmemesi için? Neyse. Bir öğle sonrasıydı buraya geldiğinde. Hafifçe de bir yağmur yağıyordu. Kapıdan geçerken başı eğik, bakışları ayakuçlarını takip ediyordu. Yanıma kadar böyle geldi. “Müsaade var mıdır, kısa bir ziyarette bulunmamıza?” dedi usulca, sesinde kimseyi rahatsız etmemeyi arzulayan bir sükûnetle. Hali, konuşması ve yüzünün paklığı, kıymetli biri olduğuna işaret ediyordu. Bu hali, içimde o kadar tatlı bir his uyandırmıştı ki, “Tabii, tabii efendim, buyurun.” dedim, çalışmalardan dolayı bir müddet buranın ziyarete kapalı olmasına rağmen. Kıbleyi sordu, gösterdim. Bir yarım saat kadar kıbleye müteveccih, gözlerinden yaşlar süzüle süzüle, Kur’ân-ı Kerîm’den sureler okudu. Dualar etti.

Gitmek üzereyken durdurdum. “Çay, şimdi olur. Bir bardak ikram etmeden bırakmam.” dedim. Tebessüm etti. “Olur.” dedi. Tahtadan yaptığım derme çatma masanın baş tarafına misafirimi -artık o benim misafirimdi- oturttum, hemen yamacına da ben oturdum. Saysam, yüzünde hüzne dair ne çok şey vardı. Nedense böyle insanlara karşı kendimi daha bir yakın hissederim hep. Hüzünlü insan, içinde yarası olan insandır. Ben böyle düşüncelerdeyken muhabbetin fitilini ilk ateşleyen o oldu. İsmimi sordu, söyledim. Hemen peşine kendi ismini söyledi. Tanıştık. “Nerelisiniz?” sualini soran ben oldum bu sefer. “Burada yatanların hemşerileri olurum.” dedi. Heyecanla, “Alanyalısınız yani?” nidası fırlayıverdi ağzımdan. “Evet, oralıyım.” diye yanıtladı sakince. “Fakat sizi hüzünlü görüyorum. Evet, burası hüzünlenecek bir yer ama aynı zamanda mutlu olunabilecek de bir yer. Hepsi şehit. Hepsi birer görünmez nefer. Hem de çoğu da sizin memleketinizden.” Dayanamamıştım daha fazla ve hüznünün kaynağını merak etmiştim.

“Biz kıymet bilmiyoruz.” dedi vakurane bir tavırla ve devam etti: “Biz ne buradaki aziz şehitlerin ne de bu memleketin kıymetini biliyoruz. Biz, hep görüleni, bilineni yazıp çiziyoruz. Ya görünmeyen ya bilinmeyen. Toprağın üstünde süzülen küçücük dereyi görenler, oranın tek su kaynağı o diyebilir mi? Toprağın altında derya gibi akan nehri görmezse, bilmezse, der tabii. Biri çok konuşuyorsa ve çok göz önündeyse, işini iyi yapmamıştır. Çünkü işini iyi yapanlar, boşluk bırakmaz. Çok konuşmaz. Ortalıkta çok gezmez, görünmez. Bu, vatan için de söz konusudur.

“Benim askerliğim buralarda geçti. İyi de bilirim buraları. Her neyse! Bizim bir kumandan vardı. Asıl anlatmak istediğim o. Toprağın üstündeki derecikle oynamayı seven, altındakini göremeyenlerdendi. Bir gün bana “Nerelisin?” diye sordu. “Alanyalıyım, komutanım.” dedim. Burayı kastederek “Hani şu aklı evvellerin memleketinden mi?” Bir şey demedim, diyemedim. Soramadım da niçin öyle dediğini. Hiçbir şey bilmiyordum. Yani buranın varlığından haberdardım ama hakkında hiç malumatım yoktu. Sustum ama susuşum bıçak oldu. Askerlik bitene kadar aklıma her geldiğinde, içimi pareledi o söz. O kadar üzülmüştüm ki askerlik bittikten sonra, o da benimle terhis oldu. İçimden bir türlü çıkmamıştı. Çıkarıp da atamıyordum.

“Derler ya kul düşmeyince dara, yetişmezmiş Hızır Aleyhisselam. Ruhumun o daracık yerden çıkışı, -bir vesileyle- candan öte sevdiğim, hürmet ettiğim, bize yol gösteren, göstermekle de kalmayıp o yola nurdan kandiller asan, muhterem zata, huzurlarında bulunurken -yine bir vesileyle- içimdeki bu sıkıntıyı arz etmemle oldu.”

“Onlar pek muhterem insanlardı.” dedi, içimdeki yangına su serpercesine. “1912 yılıydı, malum, bilirsin. Osmanlı’ya bağlı Balkan ülkeleri, Avrupa devletlerinin kışkırtmasıyla Osmanlı’nın üzerine yürüdü. Balkan savaşları başladı. Savaşın başlamasıyla seferberlik de hızlandı. Vatan toprağı savunulacaktı. Köylerden birer ikişer, bu çağrıyı duyan, yola koyuldu. Antalya’da birliğe katıldılar. Oradan çoğu yaya olarak Konya’ya ve Burdur’a, oradan da trenle İstanbul’a, ta buralara kadar geldiler. Geldiler fakat duracakları vakit yoktu. Cephede işler kötüydü. İstanbul’dan top sesleri duyuluyordu. Halk korku ve panik içindeydi. Hızlıca silah, atış talimleri görüp, Sirkeci’den trene bindirilerek cepheye gönderildiler. Ispartakule’de indiler. Kazma kürek elde; elbise, silah belde, 55 kiloya yakın yükle ve asker yürüyüşüyle hiç istirahat de etmeden, Çatalca’nın Dağyenice’sine yakın bir yere vardılar. Bu yol yaklaşık 40-45 kilometre idi. Onlara refakat eden ve yol gösteren yetkili, gündüzden Bulgar askerlerini üst taraftaki ormanlığın içine saklamıştı. Alanya taburunu oraya götürdüğü zaman, cephe önüne, vadinin farklı köşelerine dağınık bir şekilde ayrı ayrı yerleştirdi. Mesafe uzak ve irtibat kopuktu. Hafif bir yağmur yağıyordu. Yetkili olan dedi ki ‘Çocuklar hiç tedbir almanıza gerek yok, düşman daha üç günlük uzaklıkta, yoruldunuz, rahat rahat istirahat ediniz.’ Askerler de hayli yorgundu. Bitap vaziyette yatıp uyudular. Bu arada Bulgarlara haber gönderdi, onlara refakat eden o kişi. Bulgarlar da her taraftan hücum etti. Birbirlerinden irtibatları kopuk ve etrafı da göremedikleri için her tarafa birden ateş ettiler. O bölgenin çıkılacak bir ön kısmı vardı. Orasını da Bulgarlar sıkıca tutmuşlardı. Bir tek asker kalmadı, hepsi şehit edildi. Yalnız 11 kişi, hayvanlarla meşgul olup geriden geldikleri için hayatta kaldılar. Bu şekilde bir tabur asker şehit edildi.”

Sustu. Peş peşe çayından iki yudum aldı. Gözlerini, yeri belli olan ve yerleri daha belli olmayan şehitlerin istirahatgahları üzerinde gezdirdi. “Yani, anlayacağın, onlar aklı evvel değildi.” Kumandanın o sözüne karşı kazanılmış bir zafer edasıyla söylemişti bunu. “İhanete uğramış, bir gecede ihanet kurbanı olmuşlardı hepsi. Ne yazık! Ne vahim! Dile kolay, 657 kişi şehadet şerbetini içmişti o gece. Süngü süngüye gelmeden, süngülerini düşürmüşlerdi. Aylarca kulaktan kulağa anlatıldı bu hadise. İstanbulluların kalpleri köpürdü, korktu. Düşman burunlarının dibindeydi. Her an gelebilirdi. Ve her an her şey, bir daha eskisi gibi olmayacak şekilde değişebilirdi. Elleri bir bir semaya yükselmeye, dilleri dualanmaya başladı. ”

“İlginç…” Hiçbir yerde duymadığım ve yazılı olarak da hiçbir yerde bulabileceğimi zannetmediğim bu anekdotu ilk defa duymuştum ve şaşırmıştım. “İlk defa duydum bunu. Benim duyduğumdan da büsbütün farklı.” dedim, gözlerinin içine bakarak. Gözleri bulutlu bir güz sabahı gibiydi; yarı aydınlık, yağmaya hazır. “O vakitler bu civarda bir çiftlik varmış. Ve o çiftlikte de Rum asıllı bir kadın çalışırmış. Bu, bazen gece, bazen gündüz, buradaki askerlere süt, sebze, meyve gibi şeyler getirirmiş. Böyle şeyler getirdiği için de nöbet yerlerinden kolayca geçsin diye parolayı söylerlermiş ona. Malum, yokluk, açlık var. İhanet edermiş, etmezmiş düşüncesi gelmiyor kimsenin aklına. Herkes aslına çeker, sözü boşa denmemiş. Bulgar tarafına gidip parolayı söylemiş o da. Onlar da bir plan tertiplemişler. Üç nöbet kulübesi varmış. Onun kılığına giren Bulgar askeri, parolayı söyleyerek teker teker geçmiş buralardan, geçtikten sonra da arkalarından yanaşarak şehit etmiş nöbetçileri. Peşi sıra da bu elim hadise yaşanmış. Benim duyduğum da bu işte.”

“Velev ki öyle olsun. Yine de birbirinden çok farklı hadiseler değil bunlar. İster o kadın olsun, ister askerleri arkasına alıp götüren o kişi. İkisi de küffara esir olmuş, ikisi de ihanete teslim. İlelebet de bunlara teslim olacaklar. Fakat onlar, yani Alaiye Taburu, yani esir edilmişliğin farkında olmayanlar… Teslim değildi onların teslim olduğu şeylere. Bir vatan yürüyordu, onlar yürüdükçe. Payitaht yürüyordu. Çünkü onlar vatana ve merkeze, yani Payitaht’a bağlıydılar, teslimdiler. Ve ebediyen de teslim kalacaklar. İnsan neye teslim olursa, onu temsil eder. Kimi küffardan olur böyle, kimi de vatanlaşır. Yani esir olmakta ya da esir olduğunu bilip bilmemekte değil mesele. Mesele neye teslim olduğunda.”

Ne güzel konuşuyordu. Tane tane, tok sesle. Hiç susmasa ve şu yağmur hiç dinmese. Ne güzel bir ahenk, ne güzel birbirini tamamlıyorlar. Ve yağmur, yağış şeklini ona göre alıyordu sanki. O, konuştuğunda tatlı tatlı tıkırdıyor, sustuğunda bir iplik gibi uzuyordu. Yani o konuşurken konuşuyor, o susunca susuyordu. Şimdi ikisi de sessiz, dalgındı.

“Bekirli’yi bilir misin?” dedi bir daha hiç konuşamayacak diye düşünürken. “Bilirim.” dedim, “Bir arkadaşım var orada, gider gelirim ara ara.” Yine sessizleşmişti. Üzerindeki vakar, onu o kadar heybetli gösteriyordu ki Bekirli’yi niçin sormuştunuz, diyemedim. Fakat sessizliği uzun sürmemişti. Yağmur da başlamıştı tekrardan.

“Zulmün topu var, güllesi var, kalası varsa Hakk’ın da bükülmez kolu var.” İlk defa sesi bu kadar gürleşmişti.  Bu ana değin, bir yağmur yumuşaklığında konuşan adam, birdenbire şimşek gibi çakmıştı. Sesi o derece gür çıkmıştı ki kesin bir yerlere şimşek düştü, dedim içimden. Korka çekine, “Anlayamadım.” diyebildim.

“Bunlar gibi aynı yerden gelen, aynı kaynaktan beslenen düşman ordusu, elini kolunu sallaya sallaya Bekirli’ye kadar gelmiş, otağını kurmuş, birkaç gün burada dinlenelim, yeniden hareket ettiğimizde bir sonraki dinlenme yerimiz; çay, kahve eşliğinde İstanbul olur hülyaları kurarken, mübarek bir zat, Sirkeci’den trene binmişti çoktan. Tekti ama yalnız değildi. Sinesinde binlerce ordu sabırsızlıkla hücum emrini bekliyordu. Kabakça tren istasyonunda inip, Bekirli’ye doğru hızlı hızlı yürürlerken, ters istikametten köylüler de at ve öküz arabalarına yükledikleri eşyalarla İstanbul’a kaçıyorlardı. Korku, insanı yerinden eder. Düşman yakınlarındaydı. Gece ansızın bir baskınla kendilerini öldürürler diye korkmuşlardı. Bekirli’ye gelen, Bekirli’den gidenlere engel olmaya çalıştıysa da, ‘Düşman gelmeyecek. Boşuna bozmayın düzeninizi.’ dediyse de nafile. Korkan kalpleri, onlardan evvel firar etmişti. Hatta onlar engel olmak istediler. ‘Nereye gidiyorsun efendi? Bile bile ölüme gidiyorsun. Görmüyor musun, her taraf düşman askeri.’

“Her göz, her şeyi göremez. Her kulak her şeyi duysa da her yürek, her şeye inanamaz. Onlar da asıl olanı göremediler, gözleri tenden ötesine geçemedi. Kaçışları bu yüzdendi. Fakat o zat, düşmanı tam karşıdan görebilecek bir yere gelip durdu. Orada da bir incir ağacı vardı. Ah, o incir ağacı… Dili olsa da konuşsa, anlatsa nelere şahit olduğunu. Dualar okudu onun altında. Her dua, binlerce, on binlerce süvariye dönüştü. Koşturdu atlarını düşman üzerine. Bir uğultu gibi.  Arı kovanından çıkan binlerce arının uğuldayışı gibi.

“Düşman karşısına dikildiler, duayla hücum emrini alanlar. Ucu bucağı görünmeyen bir bent oldular. Düşman gördü, korktu. Kimdir bunlar; hangi devletin askeri, dediler. Daha önce hiç böyle bir asker, böyle askerlerden oluşan bir ordu görmedik, dediler. Biz bunlara karşı harp edemeyiz, her şeyleri tam, teçhizatları tekmil ve hepsi birbirinden heybetli, dediler. Elini kolunu sallaya sallaya gelenler, topukları başlarına vurarak kaçmaya başlamışlardı bu kez. Bütün teçhizatlarını bırakarak, üzerlerinde ağırlık yapan ne varsa hepsini atarak.”

Durdu. Söylediği sözü, açıklamanın rahatlığıyla olacak ki ağır ağır, “Anladın mı şimdi Hakk’ın bükülmez kolunun ne demek olduğunu?” dedi. “Bu öyle bir şeydir ki bütün dünya bir olsa, her şeyleri de tam, mükemmel olsa, yine de bir şey yapacak gücü bulamaz bir kişinin karşısında.”

Anlamak şöyle dursun, her şey bir yumağa dönüşmüştü iyice. Gözlerim büyümüş, yuvalarından çıkacak gibiydi. Neler söylüyordu bu adam! Anlaması güç şeyler! Anlaması güç!

Günlerce sürecek bir sessizliğin içine düşmüş gibi olduk bir anda. Bir anda susmuştu çünkü. Onun başı önünde, benim gözlerim pürdikkat ondaydı. O ne düşünüyordu, bilmiyorum. Ama ben, anlam vermeye, anlamaya çalışıyordum dediklerini. Ve bu, günlerce sürecekmiş gibiydi ya da bir ömür.

“Bakmayın bana herkesin baktığı gözle.” dedi, başını kaldırmadan. Demek farkındaydı ona baktığımın “Bu bir hikaye değil, hakikat. Bazı şeylere inanmak zor. Fakat imkânsız değil. Ama yine de inananlar, hep çok az oldu ve olacak. Kazananlar da bunlardan başkası olmayacak.”

Her şeyi anlıktı. Konuşması, susması, bakışlarındaki hareketlilik… Ayağa kalkması da anlık oldu. “Vakit tamam, bana müsaade. Çay için de teşekkür ederim.” dedi. Durun, biraz daha oturun, aklımda hiç soru yokken, o kadar soru işaretini bırakıp nereye gidiyorsunuz, diyemedim. “Hoşça kalın, Allah’a emanet olun.” diyebildim ancak. Duruşu, yürüyüşü, kapıdan tam çıkarken dönüp sağ elini kaldırışı, yani konuşmadan hoşça kal deyişi, yine o denli heybetli geldi ki gözüme… Yoksa bu adam, burada benim ara ara gölge gibi gördüklerimden birinin ete kemiğe bürünmüş hali miydi? Kimselerin bilmediğini bildiğine göre…

Neden olmasındı?

***

“Neden olmasındı?” dedi, köy meydanında otobüs çoktan onu bırakmış olduğu halde, eve hemen gitmek istememiş, bir incir ağacının yanında beklerken kendi kendine. “Ne bu âlemde yalnızız ne de bu dünyada.” Aklına dedesinin birkaç kez şahit olduğu ve kendisine de bir masal gibi anlattığı görünmez varlıklarla ilgili hadiselerden biri gelmişti. Hemen hemen bu yaşadığı olaya benziyordu. Karanlık, ıssızlık, bu hadisenin aklına gelişi ve incir ağacını yuvalamış arıların uğultusu onu iyice korkuttu. Daha fazla beklemedi. Koşar adımlarla evine yürümeye başladı.

Zamanın nasıl geçtiğini anlamadı. Hiç de anladığı bir şey değildi zaten. Köyüne geldiği otobüs, şimdi onu ilk aldığı yere götürecekti. O köyde geçirdiği uzunca zaman, otobüsten inip, oradan hiç uzaklaşmadan tekrar otobüse binmek arasında yok olmuştu sanki. Keşke, şu zihnime takılan soru işareti de böyle yok olsa ve bir daha geri gelmese, dedi içinden. Bunun yüzünden köyde de rahat bir nefes alamamış, dinlenememiş, sürekli zihnine batmıştı. Ve hâlâ batmaya devam ediyordu.

İlim öğrendiği yerin bahçe kapısından içeri girdiğinde, büyük bir sevinç yaşadı. Kul sıkışmayınca Hızır Aleyhisselam yetişmezmiş, dedi kendi kedine. Bahçenin bir köşesinde bir masa etrafında oturmuş üç kişi çay içiyorlardı. Onlardan biri, buranın ileri geleni, müftüsüydü.  Veli bir zat olduğunu herkes söyler, o da bilirdi. Aklındaki sorunun cevabı onda olabilirdi. Yanlarına vardı, selam verdi. Hiç vakit kaybetmeden, “Efendim, size -müsaadeniz olursa- bir soru arz etmek istiyorum.” dedi. Müftü efendi, “Sor bakalım çocuğum.” deyince rahatladı içi. Rahat rahat sorabilirdi.

“Efendim, bir hafta önce izin almış, eve gitmek için de şu yukarıdaki durağa geçmiştim. Durakta otururken bir müddet sonra bazı sesler duymaya başladım uzaktan. Sesler, kağnı tekeri gıcırtılarına, at toynaklarının sesine benziyordu. Baktım, hiçbir şey göremedim. Herhalde daha uzaktan geliyor diye düşündüm. Fakat sesler git gide yaklaşıyordu, hatta önüme kadar gelmişlerdi. Hissediyordum, fakat yine de bir şey göremiyordum. Sonra geçip gittiler, karanlıkta kayboldular. Bir türlü anlam veremedim. Aklımdan da hiç çıkaramadım. Onlar kimdi, neydi? Bunu sormak istiyordum efendim.”

Müftü efendi tebessüm etti. Ve bütün rahatlatıcı seslerden daha rahatlatıcı bir sesle, “Hiç tasalanma çocuğum. Kalbin müsterih olsun.” dedi, “Onlar, o sesini duyup da göremediklerin Alaiye Şehitleri idi. Güneye gidiyorlardı, sıkıntıya düşmüş kardeşlerinin yardımına, harbe.”

***

Aradan bir hafta geçmiş olmasına rağmen duvardaki takvim, bir hafta önceki tarihi gösteriyordu hâlâ: 15 Ağustos 1974.

Ve hâlâ o âyet-i kerîme, yaprağın en üst kısmında iri puntolarla duruyordu: Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Hayır, onlar diridirler. Fakat siz sezmezsiniz (Bakara sûresi, âyet 154).

En Yeniler

Bir Yorum

  1. Dergilerimizi yazılarımızı severek okuyoruz
    Emeği geçenlere çok teşekkür ederiz
    Bu sayfada her sayımızdan birkaç yazı paylaşımı oluyordu önceki sayılarımızdan da yazılarımızı okuyoruz
    Dijital kütüphane ile artık oradan paylaşıyorsunuz ancak dijital abone olanlar okuyabiliyoruz oradan
    Bu sayfadan da yazı paylaşımlarınıza devam ederseniz seviniriz
    Link formatında olduğu için burası birçok kişiye ulaştırmamız çok daha kolay oluyor
    Teşekkür ederiz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu