Eskici Hikâyesi
Güne eskici sesiyle uyandım. Dün gece dergiye hikaye yetiştirmek için geç vakitlere kadar oturmuş, değil hikaye yazmak, nokta bile koyamamıştım. Başım ağrıyordu. Balkona çıktım.
Eskicinin arabası tepeleme doluydu. Karmakarışık iplik yumağı gibi gözüken demir yığınlarından yeni yıkılan bir evin ganimetini topladığı kolaylıkla anlaşılabiliyordu. Ne zamandır atmayı düşündüğüm eski kanepeyi eskiciye vermeyi düşündüm. Ne kadar verirdi ki? Belki de hiç vermezdi. Cesaretimi toplayıp, seslendim: “Eskici!” Arabasının el frenini çekti, bana döndü: “Buyur abi.” “Eski bir kanepe var, alır mısın?” Elini anlına götürdü, güneşe siper yaptı. “Alırız almasına da araba da yer yok be abim.” dedi. “Boşaltıp gelsem olur mu?” Tamam der gibi başımı salladım.
“Eskiler alırım, eskici.” diye bağırarak gözden kayboldu.
On dakika sonra tekrar kapımdaydı. Beraberce kanepeyi indirdik, arabasına boylu boyunca uzattık. O arabayı ittiriyor ben yanında ona eşlik ediyordum. Eskicinin asıl mekanında geniş bir avlusu vardı. Sol tarafı Anadolu’da esnafların yazıhane dedikleri büroya benzer küçük bir oda, sağ tarafı ise çeşitlerine göre tasnif edilmiş eskiler doldurmuştu. Ben etrafı süzemeden yazıhaneden uzun boylu, temiz giyimli bir adam çıktı. Selamlaşmanın ardından “Kanepeyi ne kadara alıyorsunuz?” dedim. Cebinden çıkarttığı tomardan on lirayı seçti, bana uzattı. Piyasayı bilmiyordum, itiraz etmedim. itiraza alışmış olacak ki, sesimi çıkarmayışıma şaşırdı, çay ısmarlamak istedi. Zaten ne zamandır eskicilerle ilgili bir hikaye yazmak istiyordum, fırsatını bulmuşken teklifi hemen kabul ettim.
Mekanı alıcı gözle incelemeye koyuldum.
Neler yoktu ki? Yan yana birbirine yaslanmış iki ihtiyar gibi duran buzdolapları, dağılmış klima parçaları, hemen önlerinde eskigünlerini hatırlamış bir atlet gibi rüzgarda hareketlenen vantilatör, onların yanında üst kapağı açık bir çamaşır makinesi. Burası beyaz eşya bölümü olmalıydı. Köşe tarafta beni uyandıran eskicinin getirdiğini tahmin ettiğim inşaat demirleri bulunuyordu. Yazıhane odasının önündeki yoğurt kaplarında ise boy boy ayrılmış çiviler, vidalar, somunlar duruyordu. Her şeyin bir yeri vardı. Burası ne kadar düzenli, gerçekten tebrik etmek istiyorum sizi.” dedim. Çaylar gelmişti. Eksici cevap vermek için çaylarımızın şekerini karıştırmamızı bekledi. “Öyledir bizim iş.” dedi. “Her şeyin kullanılacağı bir yer vardır, sadece zamanlarını beklerler.” Gözlerinin içi gülüyordu. Sanırım iltifatım hoşuna gitmişti. Bu manzara ile eskicinin sözleri bana biraz fikir vermişti ama hikaye yazmak için yeterli değildi. Muhabbetin damarını bulmuştum, biraz daha üstüne gittim.
Fuat bu iş yerinin patronuymuş. iki yıllık işletme mezunu. Yaptığı işe ticaret diyor. Sokakları arşınlayıp “Eskici!” diye bağıranlar ise Fuat’ın yanında çalışan beş kişilik ekibin elemanlarıymış. işlerinden memnun, altı aile geçindiren işten nasıl memnun olmasın ki? Çay muhabbetinin yanında öğrendiğim bu bilgiler beni tatmin etmemişti. Hikayesi anlatılacak hiçbir şey yoktu elimde. Bu kısıtlı malzemeyle çıksa çıksa anca bir deneme çıkardı. Yazıhaneye gözümü diktim. Ne yapıp edip Fuat’ı oraya çekmeli, içeride ne var ne yok incelemeliydim. Yazıhaneye geçmek sandığımdan daha kolay oldu. Esen rüzgara karşı üşümüş gibi yapıp, ceketimin önünü iliklemeye çalışmıştım, o kadar.
Son şansımdı. Buradan da bir hikaye çıkaramazsam, “deneme”ye şükredecektim. Gözlerim yazıhanenin içini resmen taciz ediyordu. Aslında deneme zaten çantada keklikti. Kendi kendime “Eskici denemesi yazmak için kalkıp buraya gelmeme gerek yok ki, oturduğum yerden de yazardım.” dedim. Bu sırada Fuat’ın oturduğu koltuğun arkasındaki camlı dolapta birkaç kitap gördüm. Fuat’a “Sahaflara düşmeden kitap aldığınız oluyor mu?” diye umutsuzca sorarken aklımda şimşekler çaktı. Hikâyeyi yakalamıştım galiba. Bir yandan eskiciyi dinliyordum diğer yandan kurguyu düşünüyordum. “Eskicinin birine çok kıymetli bir kitap düşer, ama farkında değildir. Genç bir adam bu kıymetli kitabı fark eder. Kitap
el yazmasıdır. Hatta çok güzel bir rik’a ile kaleme alınmıştır. Eskiciye fark ettirmeden satın alır. Asıl kahramanımız olan bu adam, kitabı okumaya başlar. Hikaye artık okuduğu kitabın üzerinden devam eder.” Birkaç saniye içinde hikayeyi kurgulayıvermiştim. Gözlerin parlama sırası bendeydi. Eskici “iyi misiniz?” dedi. “Daldınız galiba.” Hikayeyi bulmuştum ya, benden mutlusu yoktu artık. Başımı salladım. “iyiyim.” dedim.
Çay bitmiş, ben hikayeyi bulmuştum. Artık kalkma vakti gelmişti. Müsaade istememe fırsat bırakmadan eskici ayağa kalktı. “Kitaplarla ilgilisiniz galiba” dedi. “Bakın size ne göstereceğim.” Arkasında duran camlı dolabı kendine doğru çekti. Dolap sanki ray üzerindeymiş gibi kaydı, ardında küçük bir aralık bıraktı. Beraberce içeri girdik. Işık yanınca kendimi minik bir kütüphanede buldum. “işte size bahsettiğim kitaplar.”dedi. Galiba ben kurguyla meşgul iken eskici ufak ufak biriktirdiği kütüphanesini anlatıyormuş bana. Eliyle, “inceleyebilirsiniz” der gibi işaret yaptı. Raflarda peygamberler tarihinden Kamus-ı Okyanus’a, kadar birçok değerli eser mevcuttu. Sair kitapları saymaya ne hacet. Ağzım açık kalmıştı. Meğer eskici, patronluğa geçtikten beri denk getirdiği kitapları biraz sahafların cimriliğinden biraz da küçüklüğünden beri içinde bulunan okumak zevkini tatmin etme niyetiyle biriktirmeye başlamış. Bir yandan okuyor bir yandan yeni gelecek kitapların yolunu gözlüyormuş. Eskicinin kütüphanesine imrensem de belli etmedim. “Ben hikayeciyim, itiraf etmek gerekirse biraz da onun için gelmiştim buraya.” dedim. “Belki hikayesini yazabileceğim bir şey bulurum diye düşünmüştüm.” Eskici şaşırmamış gibiydi. Kitapların arasından ince bir defter çıkartıp uzattı. “isterseniz önce bunu okuyun.” dedi. “Acizane geçen hafta yazmıştım. Meraklıyımdır dedim ya. Okumaya olduğu kadar yazmaya da. Adamın biri eskiciden ucuza bir el yazması satın alır ve hikaye başlar. ismi de “Eskici Hikayesi.”
Eve dönerken ne yazdığını merak etmiyor da değildim hani. Ama biraz da korku vardı içimde. “Ya benden güzel yazdıysa?” Elimi cebime attım, on lirayı çıkarıp cüzdanıma koydum. “Yok canım daha neler?”