Harran, Asur ve Kalde dillerinde ‘yol’, Arapça ‘harr’ kelimesinden sıcak anlamına gelir. İsmi ile müsemma bir şehir varsa eğer, orası Harran’dır. Çünkü hem eski ipek yolunun kesiştiği yerde bulunur, hem de adı gibi sıcaktır.
Her insan aslında bir seyyahtır. Belki bir Evliya Çelebi değildir, ama herkes yaşadığı hayatın yolcusudur. Biz de seyyah edasıyla, eski kültürleri, kaldığı kadarıyla yerinde görmek, kendimiz ve diğer insanlar için ders çıkarmak amacındayız. İnsanlara faydalı olmak için yola çıktıysanız eğer, stresiniz, negatif elektriğiniz üzerinizden alınıyor, yollar önünüzde açılıveriyor.
Velhasılı kelam, netice-i meram çıkıyoruz yola. Ufukta Urfa üzerinden Harran görünüyor. Bizi neler bekliyor, ne umuyoruz ve ne bulacağız? İnanın biz de merak ediyoruz.
Urfa havalimanına inince bir sıcaklık çarpıyor yüzümüze. İşte size ilk tavsiye; Urfa’ya veya Harran’a gitmek düşüncesindeyseniz ya sonbaharı ya da ilkbaharı tercih edin.
Medeniyetlerin kesiştiği nokta
İlkinin sıcaklığıyla bir tavsiye daha verelim. Bir yere seyahat edecekseniz eğer, orayı iyi araştırın, bilgiler edinin. Böylece ne yapacağınızı ve ne kadar sürede yapacağınızı planlayabilir, seyahatinizi daha verimli hale getirebilirsiniz. Malum, zaman hızla akıyor, iyi yerlerde ve en iyi şekilde kullanmak gerek.
Biz de Harran hakkında araştırma yapmadan yola çıkmadık elbette. Harran ismi, eski çizi yazılarında Harranu ‘Seyahat’ diye geçiyor. Tesadüf mü yoksa tevafuk mu, bilemiyoruz. Yunan kaynaklarında Harran, İslam tarihinde de el-Cezîre veya Asur Ceziresi olarak geçiyor. Harran, Asur ve Kalde dillerinde ‘yol’, Arapça ‘harr’ kelimesinden sıcak anlamına geliyor. İsmi ile müsemma bir şehir varsa mutlaka Harran olmalı diye düşünüyoruz. Çünkü hem İpek Yolu’nun kesiştiği yerde kurulmuş hem de adı gibi sıcak.
Geçmişi derin, tarihi geniş olan bir beldenin rivayetleri de çok olur elbet. Bir rivayete göre Nuh (a.s.) zamanındaki tufandan sonra yeryüzünde kurulan ilk şehir burasıymış. Bir diğerine göre de şehir, Hazreti Nuh’un (a.s.) oğlu Kaynan ve Hazreti İbrahim’in (a.s.) kardeşi Ârân tarafından kurulmuş. Nice peygambere ev sahipliği yapmış, onlar vesilesiyle şeref-yâb olmuş. Hazreti İbrahim, ümmeti ile beraber Filistin’e giderken bir müddet burada ikamet etmiş, Musa (a.s.) dağlarında çobanlık yapmış.
Havalimanından sonra koyuluyoruz kara kara yollara. Önce Urfa merkez, sonra Harran. Urfa merkezle Harran arası güneye, Suriye sınırına doğru 46 km. Urfa merkezden geçtikten sonra, Harran ovasının ucu bucağı görünmeyen düzlüklerinde buluyoruz kendimizi. Tarlalar yeşil, yol dümdüz, dönemeç yok. Maddî istikametin doğruluğu, manevî istikametimizin de doğruluğundan haber veriyor sanki. Bu yolu nice peygamberler kullandı belki de. Onlar atların, develerin sırtında geçtiler bu ovaları. Hayal etmek bile insanın zihnini açıyor. Yol boyu aynı düşünceler sarıyor zihnimizi.
Hoş bulduk
Yeni yerler keşfetmenin, bugüne kadar hayal ettiğiniz yerleri yerinde görmenin tadı apayrı oluyor. Fotoğraflarda görüp imrendiğiniz yerleri dünya gözüyle görmek, her bir parçasını, her bir ayrıntısını zihninize kazımak çok güzel bir duygu. Keşfedilecek o kadar çok yer, kültür var ki. Çok uzakta değiller aslında, yeter ki bakmasını, görmesini bilelim.
İşte Harran karşımızda duruyor. Şehre girince sanki zamanda yolculuk etmiş, geçmişe gitmiş gibi hissediyor insan. ‘Modern’ dünyanın mecburiyetleri henüz gelmemiş buraya. İyi ki de gelmemiş. Zamanın verdiği bir değişim var şehirde, ama özünü değiştirmeye yetmemiş, yetecek gibi de görünmüyor. Bambaşka bir yer ve bambaşka insanlar.
Harran öylesine farklı kültürleri içerisinde barındırıyor ki, Romalılar, Persler, Selçuklular, Araplar ve Osmanlılardan her biri kendinden bir emanet bırakmış buraya. Gelenlerin bazıları yakıp yıkmış, bazıları da sadece yapmış. Kim gelirse gelsin, Harran değerinden hiçbir şey kaybetmemiş, aksine kendi kültür hazinesini genişletmiş. Bugün Harran o eski ihtişamından uzak olsa da o günlerin izleri hâlâ evlerin duvarlarında, yıkıntıların arasında görünüyor.
İslamiyet’le güzel
Harran’ın da içinde bulunduğu bölge, ilk defa İyaz bin Ganem tarafından fethedilmiş. 744 yılında Emevi hükümdarlarından 2. Mervan, Harran’ı Emevi Devleti’nin başkenti yapmış. İslam devletine başkentlik etme şerefine nail olmanın gururunu ve sevincini yaşayan şehir, en parlak devrini yine Emevîler zamanında yaşamış. Emeviler buraya, sakin Arap kabilelerinden ötürü Diyâr-ı Mudar demişler.
Manevi hazinelerle gelen İslamiyet, maddi hazinelerinden de mahrum etmemiş Harran’ı. Öylesine zengin olmuşlar ki devletin en çok vergi ödeyen vilayeti Harran olmuş. Hadis, fıkıh, tefsir gibi dini ilim sahalarında nice büyük âlimler yetiştirmiş. İslam’ın ışığı altında aydınlanan Harran halkı, bu ışığın daha da parlaması için hizmet etmişler. Sâbit b. Kurra ve el-Battanî gibi âlimler bu topraklardan çıkmışlar.
Harran’ın tarihte üstlendiği en önemli rol, bilginleri ve âlimleriyle İslam dinine yaptığı büyük katkı olsa gerek. Bugün Harran’dan bize birkaç yapıdan başka bir şey kalmamış olabilir. Yapılar yıkılabilir, kaybolup gidebilir. Oysa hak yolunda harcanan gayretler, dökülen terler asla yok olmaz. Onlar, dünya var oldukça hep orada olacaklar, hissedebilen ve idrak edebilenler için.
Ayakta kalmayı başaran şehir
Şehir birçok kez tahrip edilmiş, ama Moğollar gibisini görmemiş. M. 1242 yılında, Eyyübi hükümdarı el-Melik el-Nâsır Salahaddin tarafından vergi teftişi için gönderilen tarihçi İzzeddin b. Şeddad şehrin o devirdeki halini şöyle anlatıyor: “Moğollar tahrip etmeden önce şehir düz bir arazide idi. Taş ve kireçten inşa edilmişti. Şehrin doğusunda bulunan kalesine eskiden el-Müdevver denirdi. Bu kaleyi Salahaddin el-Eyyubi’nin kardeşi el-Melik el-Âdil yeniletmişti. Şehrin yedi kapısı vardı: Rakka, Büyük kapı, Niyar, Yezîd, Feddan, Küçük kapı, Gizli kapı ve Su kapısı…”
Şuayip şehrine doğru
Vakitten tasarruf için evvela uzak olana gidelim diye düşünüyoruz. Harran merkez ile Şuayip şehri arası yaklaşık 40 km. Tek Tek dağlarına doğru çıkıyoruz yola. Ovanın doğu tarafında sıra sıra yükselen bu dağlarda Hazreti Musa (a.s.) çobanlık yapmış, keçilerini otlatmış. Düz ovanın yeşilliklerinden sonra dağların çıplaklığı enteresan geliyor insana. Her yer dağ, her yer taş.
Nihayet ulaşıyoruz şehre. Dağların arasında, ufak bir tepenin üzerine kurulmuş. Rivayetlere göre Hazreti Şuayip (a.s.) bu şehirde yaşamış ve Hazreti Musa (a.s.) ile burada buluşmuşlar. Şehrin çok geniş bir alana kurulduğu görülebiliyor. Ama buz dağı misali toprak altında kalan kısmı ne kadar, bilemiyoruz.
Etrafımızı bir anda saran çocuklar, rehberlik hizmeti veriyorlar. Öğrendikleri 3-5 kelimeyle burayı tanıtmaya çalışıyorlar. Ücretsiz konu mankenliği de diğer bir hizmetleri.
Şuayip şehrini ziyarete geldikten sonra dilerseniz Eyyüpnebi beldesinde, Hazreti Eyyüp’ü (a.s.) da ziyaret edebilirsiniz. İki yer birbirine çok yakın. Navigasyona ihtiyacınız yok. Şuayip şehri yolundan devam edin, yolun sonundan Mardin yoluna doğru sağa dönün. Az ilerde, tam karşınızda Eyyüpnebi.
Maddi ve manevi kaleler
Tekrar merkeze dönüyoruz. Şimdiki durağımız Harran Kalesi. Bu kaleden ilk defa el-Mukaddesî bahsetmiş. İbn. Cübeyr bu kalenin döşeme taşlarla yapılmış derin bir hendekle çevrili olduğunu söylüyor. İbn Şeddad, kaleye el-Müdevver (Yuvarlak yapı) dendiğini yazıyor. Şehrin güneydoğu kısmında kurulan kalenin son ilave ve onarımlarını Eyyubiler yapmışlar. Taşlarla örülü maddi kale ve maneviyatla kurulan manevi kale, Harran’ı hiçbir zaman küffarın eline bırakmamıştır.
Harran, kalesi, Ulu Camii’si, kümbet evleri ve tarihte bilinen ilk üniversitesiyle tarihinin ve kültürünün derinliğini hiç kimseden gizlemiyor. Şehir, yıllarını sadece ticarete değer vererek geçirmemiş. İlme ve bilime de en az ticaret kadar değer verilmiş. Bunun kanıtı, işte karşımızda duruyor. Bu üniversitede, tıp ve matematik âlimi Sâbit bin Kurrâ, dünyadan aya olan uzaklığı hesaplayan El-Battanî, atomun ve cebir ilminin mucidi Cabir bin Hayyan ve nice âlimler yetişmiş. İslamiyet’in ışığında gelişen ilim ve bilim, insanların gönüllerini ve zihinlerini aydınlatmış.
Tarihî Harran Üniversitesi’nin yanı başında duran, Emeviler’in M. 750 yılında yaptıkları Ulu Camii, ilim ile bilimin bir arada daha güzel olacağına işaret ediyor.
Mühendislik harikaları
Ulu Camii’ye baktığımız tepeden, Harran’ın meşhur kümbet evlerini de görebiliyoruz. Kareye benzer yapıda inşa edilen bu evler, en fazla 4-5 metre yüksekliğindeler. Kubbelere baktığınızda her biri ayrı bir ev zannediyorsunuz. İçine girince gerçeği görüyorsunuz. Kubbeler ayrı ayrı, ama odalar birbirine bağlı. Evlerin kare kısımları topraktan, ama kubbeleri tuğlayla örülmüş. Özenle ve büyük bir dikkatle örülen küçük tuğlalar, o devrin ustalığının, zekâsının ve estetiğinin işareti olmalı, diye düşünmeden edemiyor insan.
Bu evler, yaz sıcağından kurtulmak için bir fırsat. Kışın sıcak, yazın serin oluyormuş evlerin içi. Şehirde yaşayıp da köye, eskiye hasret duyan insanlar için yöresel kıyafetler, eşyalar, malzemelerle donatılmış kümbet evler. Görmek ile bakmak arasındaki fark, burada kendisini daha fazla hissettiriyor.
Göç insanı
Harran tarih boyunca Babillilerin, Kaldelilerin, Asurluların, Hititlerin, İranlıların, Romalıların, Selçukluların, Emevilerin, Asurluların, Eyyubilerin ve Osmanlıların idaresi altında bulunmuş. Sayarken bile yoruluyor insan. Siz bir de Harran’ı düşünün. Her gelen, eskiyi değiştirmiş, yenilemiş.
Şehir bugün de birbirine benzeyen farklılıklarla dolu. Nice milletten, dinden insanlar bir arada yaşıyorlar.
Seyyah İbn Cübeyr şöyle anlatıyor; “Bu şehirde hayırseverler çok. Halkı yumuşak tabiatlı, mutedil ve yabancıları seven, fakirleri koruyan insanlar. Köylerinin halkı da aynı şekilde. Buralarda dolaşan fakirler ve kimsesizler yanlarında azık taşıma ihtiyacı duymazlar.”
Ticaretle maddi zenginliğe, İslamiyet’le manevî zenginliğe doyan Harran halkının, başka şekilde davranması düşünülemezdi herhalde. Elbette bu anlatılanlar yıllar yıllar öncesi. Zaman geçmiş, bazı şeyler değişmiş. Yine de insanlar sizi görünce selam veriyorlar, bir tebessümü esirgemiyorlar. Yöresel kıyafetleri, davranışları ve sözleriyle, yüreklerindeki sıcaklığı ve muhabbeti size aksettiriyorlar.
Bugün Harran, tarihten alışkın olduğu şekilde her yöreden insana ev sahipliği yapıyor. 2016 yılında şehrin nüfusu 83 bin imiş. Nüfusun %89’u köylerde, sadece %11’i merkezde yaşıyormuş. 2018 yılı verilerine göre rakam 90 binlere sıçramış. Gayri resmi rakamlar kaçtır, allahü âlem. Bunun en büyük sebebi, tabi ki Suriyeli göçmenler. Göçmenlerin bazıları, sınıra yakın yerlerdeki kamplarda kalıyorlar. Urfa ve Harran’a, akrabalarının yanına yerleşenler de olmuş.
Köşelerde gizlenenler
Harran’ın her taşında, her avuç toprağında bir şeyler gizli. Şehrin adım adım her köşesinde tarih var, kültür var. Bunlardan bir tanesi, İmam Muhammed Bakır Hazretlerinin Türbesi. Muhammed Bakır Hazretleri, Hazreti Hüseyin Efendimiz’in (r.a.) torunudur. İlimleri yarıp içinden hüküm çıkardığı için kendisine Bakır “yaran” ismi verilmiş. Harran’ın arka sokaklarında kalan türbesi ziyaret edilebiliyor. Fakat kaç kişi kıymetini bilip de geliyor?
Bir diğer mümtaz şahsiyet de Şeyh Yahya Hayat El-Harranî’dir. Camisi ve türbesi bulunan el-Harranî Hazretleri, 12. yüzyılda bu topraklarda yaşamış. 1184 yılında sağlığına yetişen ve O’nu ziyaret eden İbn Cübeyr söyle anlatır; “Allah bu şehri (Harran) dindar, iyi kişilerin oturduğu, kendini Allah’a adamış seyyahların uğradığı bir yer yapmış. Bu kişilerden Ebü’l Berakat Hayat b. Abdülaziz’i kendi adını taşıyan mescidin kıblesine inşa ettiği zaviyede ziyaret ettik. Şeyh Ebü’l Berakat’ın yanına vardık. Seksen yaşını aşmıştı. Bizimle el sıkıştı, bize hayırlı dualarda bulunup oğlu Ömer’i görmemizi tavsiye etti. Onun yanına vardık.”
Geldik gidiyoruz
Kültürün, hayata karşı bakış açısının zenginleşmesi için, seyahat etmek en güzel yoldur. Hayat yolunun seyyahları olarak gitmek, görmek gerek. Harran’ın tozlu yolları, allı koyunları, yalın ayak çocukları, taşı, toprağı hepsi ecdadın yadigârı bizlere. Sahip çıkmak, ecdadın ilmek ilmek ördüğü bağları kopmazcasına sağlamlaştırmak lazım.
İşte geldik, gördük, dönüyoruz. Zihnimiz hazinelerle doldu, hissediyoruz.