Kapak

İlk Oruç

Ve her seferinde bir elma düşermiş, en güzelinden, en olgunundan. Yaşlı adam, sedef kakmalı çakısını çıkartarak onu dilimlere ayırır ve küçük bir tas yoğurtla birlikte ekmeğine katık ettikten sonra, babasından kalan Kur’ân-ı Kerîm’ini okumaya koyulurmuş.

Bu gece, önceki gecelere göre daha soğuktu. Soğuk, yalıtımsız eski binanın duvarlarından bir yolunu bulup içeri girmeyi başarıyordu. Havanın durumuna bakmak için gayr-i ihtiyarî balkonun kapısını aralayınca kesici ve parçalayıcı bir bıçak gibi yüzüme vuran sert rüzgâr, odanın her köşesine çarpıp çalışma masamın üzerindeki kâğıtları tersyüz etti. Uyku mahmurluğundan sıyrılıp balkon kapısını kapattığımda, geçici bir sıcaklık beni karşıladı. Saate baktım, imsak vaktine bir saatten fazla vardı. Ramazân-ı Şerîf’in ilk günü, sahurun heyecanını ve bereketini kaçırmamak için sahurda yiyecek olduğumuz yemekleri akşamdan hazırlamıştık. Teheccüd namazını kıldık. Sahur sofrasına geçerken, iki yaşından gün almamış oğluma takıldı gözlerim. Ne güzel uyuyor. Yaklaşıp kucağıma almak istediğimde kulaklarımda annemin sesini duyar gibi oldum. “Hadi oğlum! Kalk, bak birazdan Temkin Salası okunacak. Yine beni kaldırmadın diye üzüleceksin.”

Âh yıllar! Galiba yine böyle bir geceydi. İlkokula gidiyordum. O zamanlar, en azından bizim oralarda, “Bu yaşta çocuk, oruç tutar mı? Yazıktır.” diyen kimse yoktu. Kimse tutsun diye zorlamazdı ama herkes oruç tutan çocuklara muhabbetle bakardı. Ben de bu hâli görünce oruç tutmak istedim. İftar sofrasında bizimkileri biraz darladım.

Sahur vakti annem, çok uğraşsa da beni kaldıramamış. Sonunda gözlerimi açtığımda, Temkin salası okunuyordu.

-Anne! Temkin salası okunuyor. Bu kadar vakitte bir şeyler yiyemez miyim?

-Oruç tutmak istemiyorsan yiyebilirsin. Oruç tutmak isteyenler, bu vakitten sonra bir şey yiyip içmezler. Çünkü temkin vakti girdi.

Çok istesem de o gün oruç tutamayacaktım. Okulda oruç tutan arkadaşlarımın yaşadıkları ayrıcalığı görünce imreniyordum. Bir sonraki gece, sahura kalkmak niyetiyle dualar ederek uyudum ve annem başucuma gelir gelmez uyandım. Çok heyecanlıydım. Bir çocuğun ilk sahuru, ne kadar heyecan verici değil mi?

O gün, oruç tuttuğum için ayrıcalıklılar arasında olduğumdan açlığımı hiç hissetmedim. İkindiden sonraydı, ders arasında oruçlu olduğumu unutup su içtim. Hatırlayınca, orucumun bozulduğunu zannettim. Üzüntüden ağlaya ağlaya eve geldim.Dedem beni görünce, elindeki işi bırakıp yanıma koştu. Olup biteni anlattım. Kızmadı, azarlamadı. Elimden tutup demirci körüğüne götürdü, bir köşeye oturttu.  Bir yandan örsün üzerine bıraktığı kızgın demiri döverken bir yandan da beni teselli etti; “Bak sana bir hikaye anlatayım. Yaşlı bir çoban varmış, sürüsünü otlatmak için yaylaya çıktığında, tepeye yakın bir elma ağacının altında dinlenir ve eğer mevsimiyse, onunla konuşarak: ‘Hadi bakalım evladım, bu ihtiyarın elmasını ver artık.’ dermiş.

“Ve her seferinde bir elma düşermiş, en güzelinden, en olgunundan. Yaşlı adam, sedef kakmalı çakısını çıkartarak onu dilimlere ayırır ve küçük bir tas yoğurtla birlikte ekmeğine katık ettikten sonra, babasından kalan Kur’ân-ı Kerîm’ini okumaya koyulurmuş.

“Çoban, bu ağacı yirmi yıl kadar önce diktiğinde sık sık sularmış, bunun için de büyükçe bir güğüme doldurduğu abdest suyundan geriye kalanı kullanırmış. Elma ağacının kökleri, belki de bu sularla kuvvet bulmuş ve kısa sürede serpilip meyve vermeye başlamış. Çoban, o zamanlar henüz genç sayıldığından şöyle bir uzandı mı en güzel elmayı şıp diye koparırmış. Fakat aradan geçen bunca yıl içinde beli bükülüp boyu kısalmış, ağacınkiyse bir çınar gibi büyüyüp göklere yükselmiş. Ama boyu ne olursa olsun, ağaç yine de yavrusu değil miydi? Onu bir evlat sevgisiyle okşarken: “Ver evladım, dermiş, bu günkü kısmetimi.

“Ve bir elma düşermiş, hiç nazlanmadan, yıllar boyu istediği hiçbir gün aksamadan. Köylüler, uzaktan uzağa gözledikleri bu hadiseyi birbirlerine anlatıp yaşlı çobanın veli bir zât olduğunu söylerlermiş.

Yaşlı adam, ağacın altında dinlenip namazını kıldığı bir gün, yine elmasını istemiş. Ancak dallar dolu olmasına rağmen nedense bir şey düşmemiş. Sonra bir daha, bir daha tekrarlamış isteğini. Beklediği şey bir türlü gelmemiş. Gözyaşları, yeni doğmuş kuzuların tüylerini andıran beyaz sakalını ıslatırken, ağacın altından uzaklaşıp koyunların arasına atmış kendini. Evladım dediği elma ağacı, meyve verdiği günden bu yana ilk defa reddetmiş isteğini. İhtiyar çobanın beli her zamankinden fazla bükülmüş, güçsüz bacakları da vücudunu taşıyamaz olmuş. Hayvanlarını usulca toplayıp köye doğru yöneldiğinde, aşağıdaki caminin her zamankinden daha nurlu minarelerinden yankılanan ezan sesiyle irkilmiş birden. Yeniden doğmuş sanki çoban. Bir şey hatırlamış.

Çocuklar gibi sevinerek ağacın yanına koşmuş ve ona şefkatle sarılırken:

“Canım!” demiş, hıçkırıp ağlayarak.

“Benim güzel evladım, mis kokulum. Şu unutkan ihtiyarı üzmeden önce neden söylemedin, bu günün Ramazân-ı Şerîf’in ilk günü olduğunu?” Anladın mı? İnsan unutabilir. Hem unutma, unutarak bir şey yiyip içince oruç bozulmaz.

Dedemin bu sözlerinden sonra ben de sanki yeniden doğmuştum. Heyecanla Akşam ezanının okunmasını bekledim. Karşı camiden Akşam ezanı başlayınca, herkes ezanı duymasına rağmen, koşa koşa ezanın okunduğunu haber vermeye gittim. Kimse bağırıyorum, ortalığı ayağa kaldırıyorum diye kızmadı. Bu, benim ilk orucumdu. Büyük küçük herkes, heyecanıma ortak oldu. Vakit girince dedem ellerini semaya kaldırdı, onunla birlikte biz de kaldırdık.

-Allâhümme leke sumtü ve bike âmentü ve ‘aleyke tevekkeltü ve ‘alâ rızkıke eftartü…

İftar sofrasının muhabbeti ne kadar güzel oluyormuş. Önceki gün de aynı sofrada aynı kişilerle yemek yemiştim, ama benim ilk orucum, ilk iftarımdı. Demek ki daha önce oruç tutanlar, hep böyle güzellik yaşamışlardı. İftardan sonra, ilk orucum olduğu için dedem, bana en sevdiği kalemini hediye etti, babam biraz harçlık verdi. Sonra Teravih namazına gittik. Tahmin edeceğiniz üzere ilk Teravih namazımdı. Babam, beni soranlara oruç tuttuğumu anlattı. Herkes beni tebrik etti. Babam belki de benimle ilk defa orada gurur duydu. “Biraz daha büyüsün, Ramazân-ı Şerîf’in tamamında oruç tutacak inşallah.” dedi. Dedem: “Belki, Receb-i Şerîf ve Şabân-ı Şerîf’te de tutar. Receb-i Şerif ve Şaban-ı Şerîf’te kalp makinesini temizleyecek ki Ramazân-ı Şerîf’ten hakkıyla istifade etsin. Değil mi evlat?” dedi. Dedeler, yanlarında getirdikleri torunlarına beni örnek almalarını tavsiye ettiler, öğretmenimiz derse gelmediğim için kızmadı, bakkal Şahin amca, en iyi çikolatasını verdi. Herkes benimle ilgilendi o akşam. Dünya, benim etrafımda dönüyordu.

Âh! Şimdi tatlı bir hatıra olarak dakikası dakikasına zihnimde canlanan 22 sene öncesi… Âh o çocukluk, o heyecan ve şimdiki ben! Hâlimden değil, galiba içindeki çocuk hâlâ yaşayan herkes gibi yaşımdan şikâyetçiyim. Daha bu gece gördüğüm bir rüya gibi mutluluk veren, yaşadığım sürece de benimle yaşayacak olan çocukluğum ve çocukluk hatıralarım.

Annem, babam memlekette; kardeşlerimin her biri ayrı bir şehirde. Dünya ne kadar garip bir yer. Kendisi ahiretin gurbetiyken, insanlara kendi içinde gurbet yaşatıyor. Gurbet içinde gurbet dedikleri bu olsa gerek. Rabb’im, cennet ve cemalinde kavuşturur inşallah.

Öylesine dalmışım ki Ramazan davulcusunun okuduğu maniyle irkilirken az kalsın düşecektim.

İşte fırsat, işte zaman
Bu ümmete bir armağan
On bir aylık yoldan geldin
Hoş geldin şehr-i Ramazân

Sağlık, sıhhat ve afiyet içinde nice Ramazanlara.

En Yeniler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu